
“bin ışık yılı gitmemiz için vaktimiz var mı/azığımız, şarabımız var mı, ateşimiz var”.
“bin ışık yılı gitmemiz için vaktimiz var mı/azığımız, şarabımız var mı, ateşimiz var”. Ahmet Murat şiiriyle azığımıza şerh düşerek başlıyoruz. Hayatta en çok arzuladığı insanın, en gizli iştiyakı belki; yanıtlanmış olmak. Yankılanmak yorduğunda bir işaret, bir hitap, bir kitap, gerçek bir muhatap bulmak... Dürdane İsrâ Çınar ve Tuba Kaplan, gittikçe bir yankıya dönen beyhude kelamın büyüsünden sıyrılıp ilahî kelama muhatap olmayı ve Kadir Gecesi’nde indirilen Kur’an’la esenlik bulmayı mülahaza ediyorlar.
Tuba Kaplan:
Bu geceye bir başkalık veren, bu geceyi diğer gecelerden ayıran bir mana var. Hakikatle kendi Hirası'nda karşılaşarak kelamın ağırlığıyla ilk karşılaşmasını yaşayan peygamberi bize bağlayan kadim bir sözle muhataplığımız var. Kelam, Kur'an insanı kendisine karşı kayıtsız bırakmayan, ruhu merhale merhale saran bir söz. Onu ilk duyduğunda örtüsüne bürünen Hatice'nin tesellisiyle kendine gelen peygamberin korku ve ümidinin, bir an'ın bize kadar gelmesi. Pascal "bütün sıkıntımız evdeki odamıza kapanmamaktan geliyor" diyor ya. Bu sığınmanın, kapanmanın bambaşka bir dirilikle çoğalması için sözün kendini himaye ederek güçlenmesi belki bu. “Biz sana ağır bir söz indireceğiz...” Sözle gerçek manada ilk karşılaşmamızda biz neye büründük acaba?

Dürdane İsrâ:
Bir gece, yazmakla yaşamak arasındaki riyanın o derin rüyasından sıçrayarak uyandım. Ve kendimi edebiyattan nefret etmiş halde buldum. Ne şiir ne roman ne lafz ne mecaz. Tesellisi de kendisi gibi, “karnından konuşan kol bebeği…” Dilim tutuk, bildiğim tek yerin zeminini yitirmiş halde odama kapandım. Kitaplığımı karşıma aldım ve yalnız Kur'an'ı açtım. Açar açmaz: Şuara, 225. Eyvah, dedim. Eyvah! “Bunlar her vadide” ben de o vadide. “...şaşkın şaşkın dolaşırlar” ben de öyle. “Ve gerçekten yapmadıkları şeyi anlatır dururlar…” Eyvah. Ne yapmalı, yazmamak mümkün mü? Tutmak gibi nefesini. Bırakmalı mı, yazı yaşamın önüne geçsin. Yalanın hakikatine mi sığınmalı? Çaresiz baştan başladım. "Ben okuma bilmem ki" der gibi, korkulu bir çaresizlikle, tenzih ve takdisle, en baştan... O zaman aynı surede bir başka ayetle ilk defa gerçek manada karşılaştım. Şuara, 84'te İbrahim Aleyhisselam şöyle dua ediyordu: "...ve bana sonrakiler içinde bir lisanı sıdk ver." Benim "söz"le hakiki karşılaşmam işte bu ayet vesilesiyle oldu. Demek ki dedim, o vadide, birçok kelam beyhude, ama İbrahim gibi bir nadide, diller içinde bir başka dil, gerçekler içinde başka bir gerçek dileyen, Hz. İbrahim gibi yakarabilirim ben de: Bana, dosdoğru, sâdık bir lisan ver ve onunla anılmayı nasip et. Ne yaşamım onu yalanlasın ne de yazım onu karalasın...

Tuba Kaplan:
Benim içinse söz, Musa ve sihirbazlar kıssasındaki gibi hakikatle arama giren bir büyüye dönüşmüştü. Ben şiir yazıyor, kelimeleri ve sözü ayartabiliyordum. Büküyordum, manipüle ediyordum ve manayı bulanıklaştırabiliyordum. Önce sen at dediler asanı, hayır dedi Musa Aleyhisselam, önce siz atın. "Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allâh onu boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah, bozguncuların işini düzeltmez.” (Yûnus, 81) ayetiyle benim sözüm de bir aldatma aracına dönüştü. Çıldırıyordum. Söylediğim, yazdığım şeyleri hayatıma almıştım. İddialarımdan vuruluyordum. Sözün gücünü hafife almanın bedeli gibi yazdıklarımı dehşetle kendi hayatımın kuyuları olarak buldum. Açtığım kuyulara düşüyordum. “Sonra Mûsâ asâsını attı; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuveriyor!” (Şuarâ, 45) Düşünebiliyor musun, Şuara’da yine… Şuara suresi 226. ayette şairler için "onlar yapamayacakları şeyleri söylerler." diyor Kur-an. “Biz Mûsâ’ya, “Asânı at!” diye vahyettik. Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor!” (A’râf, 117) İşte ben burada secde ettim. Musa’nın asası benim hakikatim olmuştu, bu hakikatin sözü; Kur’an, kelam, nûr, hüdâ, rahmet, furkān, şifâ, mev‘iza, zikr, kerîm, alî, hikmet, hakîmdi. Ben büyük bir şeyle karşılaştığımı ancak çok sonra anladım. Aklıma Goethe geldi. Goethe’nin Kur’an’a olan ilgisi genç yaşlarında, Herder’in onu Kur’an’ı okumaya teşvik etmesiyle başlıyor. Goethe Herder’e yazmış olduğu bir mektubunda “Mûsâ’nın Kur’an’da dua ettiği gibi dua etmek istiyorum: ‘Rabbim! Göğsümü genişlet!’ Şimdi Musa makamında göğsüme doğru, sadrıma şifa arıyorum.

Dürdane İsrâ:
Sözün efsunundan uyanmak... Hakiki kelamı işitmenin ilk mertebesi. Söz, üstelik yaratıcı her eylem gibi yazgının köşe taşlarından. Onu her anlamda mecazlara boğmak, bütünüyle beyhude kelama dönüştürmek kendi yazgımızı da boğuyor, insanı dışı incelikle süslenmiş içiyse yine kendi boşluğuna gebe matruşkalara dönüştürüyor... Bu efsundan insan nasıl uyanır Tuba? Hakikatle bir defa yaralanmamışsa, nasıl uyanır? "Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin / İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su." Fuzuli, Su Kasidesi'nde ne derin ve öz anlatmış bunu. İnsan, lisanı sıdk'a ancak dil-i mecruh'la yani yaralanmış bir dille uyanır. Dili dahası kalbi iyileştirmek üzere yaralayan, yalan değil, hakikattir çünkü. Dil, perdelese bile yaralayamaz hakikati. Aksine hakikat, bir peykân yani bir mızrak ucu gibi hayale dalmış dili acıtır, sıçratır uykusundan onu. Tıpkı yarası olan kimsenin suyu ihtiyatla içmesi gibi, dilde bundan böyle korkuyla, hassasiyetle söyler her sözü. Sadra şifa olacak söz de yine bu raddeden sonra ilham oluyordur insana, Allahualem.

Tuba Kaplan:
İnsan uykudadır fakat hakikate döndükçe perdeler açılır, efsun burada dağılıyor galiba. Ki o, “Temiz akıl sahipleri için bir hidayet rehberi ve bir zikirdir.” (40/Mü’min 54) Sözün dağınıklığı ve ayartıcılığına karşılık büyük bir sözle karşılaşırsa insan rehberini, kılavuzunu bulmuş oluyor. Nitekim Peygamberi Hira'dan toparlayan bu ilahi sözdü. Bize bir hikmet veriliyor. Nedir bu? Zemahşeri, Allah’ın dilediğine büyük bir hayır olarak verdiği hikmeti (Bakara 2/269) “ilim ve amel uygunluğu” şeklinde yorumluyor. Hak ila batılı ayıran bir vasıf kazandırıyor senin müktesebatına Allah. Fakat işte ilim ve amel uygunluğunu sağlarsak. Burası da ahde vefa kısmını getiriyor aklıma. Bakara Suresi’nde bizlere, ahdinizde durun ki ben de ahdimde durayım, diyor. Dostluk, fütüvvet, sadık olmanın en büyük özelliklerinden biri, ahde vefâ göstermek. Fetâ sahibi nasıl olunur? Peygambere bakmamız gerekiyor burada. Fetâ için birçok yoruma baktım ama bende en makbul karşılığı nefsinin arzularına karşı çıkan, “Fetâ, nefis putunu kıran kişidir” ifadesi oldu. O fetâ kim, iradesine hâkim olan. Belki Kur’an bu sebeple irade ayında indi. Bir insan yaralanır elbette, uyuklar da fakat içindeki gerilime arka çıkmayı ihmal etmezse iyileşir. Kâmil insan da tam böyle içindeki yarayı fark edip, şifayı ihmal etmeden perdeleri aralayabilen ve bulduğu yüzünde Allah'la ahde vefasını hatırlayan insandır. Sâmiha Ayverdi, içi tımar olmamış insanın ister âlim ister hakim, ister sanatkâr, ne surette olursa olsun kamil olamadığını söylüyor. Ona göre, kâmil insan, kendi kendinin âmiri, iç dünyasının nâzımı, ve iradesinin sahibi olandır. İşte tam Kur’ ani ahlak, hikmet bu şahsiyetli ve içi dışı bir, sözü ve kelamı hakikatli Müslüman inşasını dilde bedende zamanda ortaya çıkarmaya, açmaya gayret etmemizi hatırlatıyor.

Dürdane İsrâ:
1917'de Freud, bilinci irdelerken, "ben, kendi evinin efendisi değildir." şeklinde bir cümle sarf ediyordu. Onun kastettiği ben; ister alim olsun ister hakim, isterse sanatkar, Ayverdi’nin de tabiriyle içi yani nefsi tımar edilmemiş ben şüphesiz. O kendi evinin efendisi değil, ya da öyle olduğunu iddia eden bir mukallit. Peki kim bu evin efendisi? İnsan iki vicdanla mukayese ediyor kendini: Müşahede ve kıyas vicdanıyla. İlkinde binlerce tanıklıktan sonra bir merkezimiz olduğunu belki acıyla, uyanışla idrak ediyoruz. Sonra başka merkezleri, başka benlikleri, başka gerçekleri mukayese ediyoruz kıyas vicdanıyla. Bu iki vicdanın nirengi noktası ne peki? İnsanın bir yüksek vicdandan ki buna irfanî gelenekte "vaizullah" derler, ondan hareketle şahitlik ve kıyas edip etmediğini nasıl anlayacağız? "Eğer sakınırsanız size bir furkan verir." (Enfal,29) Furkan, bu yüksek vicdanın nirengi noktası işte. Hak ve batılı ayıran, müşahede ve kıyasta zemin olan, benliğin evinin bir efendisi olduğunu ona hatırlatan...

Tuba Kaplan:
“Doğrusu biz onu Kadir gecesinde indirdik.” (44/3) Leyle-i kadr, şeb-i kadr, şam-ı kadr… Klasik şiirlerin mısra ve manzumelerinde böyle anılıyor. Dinî literatürde “Leyletü’l-Kadr” diyoruz. Bu Ramazan’da kendi kadrimle, ilahi hikmetle karşılaşmayı öyle umuyorum ki. Ona karşı ilgisizlik ve özensizliği her şeyin hazır olduğu bir iftar sofrasında suyun eksikliği gibi algılıyorum. Sözün ve edebiyatın salt haz, dürtü arasında dönen, ilahi kelamın tesirine girmeyen, yalnızca dünyevi kelamı taşıyan gösterişli metinlerine karşı bir çözülme yaşıyorum artık. Goethe, Rilke gibiler Kur'an’la tanışınca nasıl da kendilerinden geçiyorlar. Goethe yazdığı bir kitap kritiğinde, gönül ister ki mukaddes kitap Kur’an-ı Kerim’i yıldızlı bir Arap seması altında Arap çadırında peygamber hissiyatıyla tercüme edecek birisi çıksın, diyor. Kur'an karşısında o kadar özenli ve meraklı. Sonradan Friedrich Rückert tercüme ediyor ama Goethe göremiyor. Rilke de Mısır ve İspanya seyahatinde Kur’an’ı okuyor. Orgun içindeki ses gibi diyor. “Sesler, güçlü sesler alıyorum.” Kur’an’ı okudukça hayran olduğunu söylüyor Rilke. Madem mukallit bir "yaralı bilinç"e sahibiz, kelamın hakikatinden etkilenen tüm bu şairleri neden görmüyor bizdeki gölgeli benlikler. Umarım bu ilham bizim metinlerimize ve kalbimize tesir eder bu gece, Leyletü’l Kadr'de…

Dürdane İsrâ:
“Aşklar ve korkular kendi mükemmelliklerine erişebilmek için sınırlı niteliklerini terk edip Tanrı’ya karışmak zorundandır.” diyen Ralph W. Emerson, Aşk başlığını taşıyan bu denemesini Kur’an diye alıntıladığı şu kutsi hadisle açıyordu: “Ben saklı bir cevherdim, açığa vurdu beni alev gibi parlayan ışığım.” Ondan yani Kur’an’ın nurundan herkes kendi kabı kadar, idraki ölçeğinde nasipleniyor ve müteessir oluyor demek ki. Dileyelim ilahî kelam, ömrümüzün her gecesi tan yeri ağarıncaya dek inen bir esenlik olsun bizlere. Sahurumuz kalbe dönüş azığıyla, nûr olsun!


#Ramazan Mektupları
#Kalbe Dönüş Azığı
#Dürdane İsrâ