Ünlü ses sanatçısı Mesud Uz: Çocukluğumdaki dervişleri arıyorum

Şefika Nur Çiftçi
17:008/04/2025, Salı
G: 8/04/2025, Salı
Yeni Şafak

Usta ses sanatçısı Mesud Uz, işini 'Türkçe'ye hizmet etme' şuuruyla yaptığını belirterek, seyircilere ana dillerini yeniden öğrettiklerini anlattı. İçine doğduğu İstanbul'u masalsı yönleriyle yad eden Uz, "Bahçeli evler, köşkler ve tabii masal kahramanı gibi insanlar vardı o şehirde. Ben, gündüz düşlerimde gördüğüm ak sakallı dedeleri, dervişleri arıyorum" ifadelerini kullandı.

Yeni Şafak’ın özel serisi Benim Hikayem’in ikinci bölümünde konuğumuz olan ünlü ses sanatçısı Mesud Uz, hayat hikayesine dair sorularımızı cevapladı.


Akıllarda en çok yer edinen çalışmaları; Bir Dünya Yaşam belgeseli, Yıldızlararası, 300 Spartalı, Prestij filmleri başta olmak üzere çok sayıda yapımda baş rolü seslendirerek sesiyle hafızalarımızda yer edinen usta ses sanatçısı Mesud Uz, içine doğduğu İstanbul’a duyduğu özlemden bahsetti.


Uz, “Bahçeli evler, köşkler ve tabii masal kahramanı gibi insanlar vardı o şehirde. Ben, gündüz düşlerimde gördüğüm ak sakallı dedeleri, dervişleri arıyorum” dedi.


İlk dublajlarını henüz 15 yaşındayken yapmaya başlayan Mesud Uz çalışma hayatı boyunca; senaristlik, roman yazarlığı ve oyunculuk sanatını da icra etti.


Ses sanatçılığı ile 'Lisana, Türkçe’ye hizmet ettiğini' belirten Uz, “Dublaj, bir şekilde hayatımızın işi oldu. Yani gerçekten, "Senin bu dünyadaki varlığın Amerikan filmi seslendirmek midir usta?" deseniz, şunu düşünmesem utanıp sıkılabilirim ama ben "İnsanlara ana dillerini yeniden öğretiyorum" diyerek de böbürleniyorum bir taraftan. Çünkü mesele sadece Amerikan filmi değil, Türkçe'yi dinletmek. Böyle bir hizmetimiz var, şükürler olsun” ifadelerini kullandı.


  • Mesud Uz'un hikayesi nerede ve nasıl başladı?

Teşekkür ederim, meraka değer bulduğunuz için. Tabii, bir hayat birçok yönden ele alınabilir. Yani acaba her gün bir parça akıllanıyor muyum mesela, bununla ilgili de bir hikâye anlatılabilir veya hayat bir kaybediş yolculuğu olabilir, değil mi? Hep bir kazanç peşindeyiz ama aslında büyüklerimizden başlayarak gençliğimizi, belki hayallerimizi, ümitlerimizi, birçok şeyi kaybediyoruz ve belki bu iyi de bir şey. Yani kaybediyor olmak negatif algılanıyor ama aslında bununla barıştığımız zaman, hayatı buradan okuduğumuz zaman, bu da başka bir kabullenme ve başka bir aydınlanma doğurabilir.


Dolayısıyla, ne anlamda bir hayat hikâyesi? Ama şöyle mesela, gündemde de olan, benim de gündemimde olan bir tarafıyla bakalım. Ben biraz masal şehirli İstanbul'da doğup büyüdüm. Bahçeli evler, köşkler ve tabii masal kahramanı gibi insanlar vardı o şehirde. Hani bu işte, "Buyurun efendim" derken vapuru kaçıranlara ben biraz yetiştim çocukluğumda. Çok da böyle binlerce yıl öncesinden değil, 40 yıl evvelden filan bahsediyorum aslında ama biz çok dinamik bir toplumuz. Hızlı değiştik ve o günler bize hani maziden bir yaprak gibi geliyor şu an maalesef.


Sonrasında da o İstanbul'u hep aradım, özledim ve bunu artık taşrada bulabileceğimi düşündüm. İstanbul'da da böyle Ada'da falan, değişik yerlerde ikamet ettim. Sonrasında da biraz o İstanbul'dan kaçış furyasının öncülerinden oldum. Ama tabii, denir ya, insan nereye giderse kendini de götürür diye. Bir tarafıyla bunu da önemsiyorum. Bir tarafıyla da aslında bu köy-şehir ayrımının da çok doğru olmadığını, şehirlerin biraz köy gibi, köylerin de biraz şehir gibi olması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla hiçbir yer cennet değil, hiçbir yerde bambaşka bir hayat ve bambaşka bir kendinizle karşılaşmayacaksınız.


Ama tabii ki ortam çok da etkili. Yani insanın hayattaki en önemli şeylerden biri nedir deseniz, hep parayı bulmak denilebilir. Ben ortamını bulmak derim. En az onun kadar o da önemli. Bu hem arkadaş çevresi itibarıyla olabilir hem gerçekten habitat açısından; işte deniz kenarı mı, dağ mı, şehir mi, kasaba mı, neyse o olabilir. Keza meşgaleniz, mesleğiniz, hayat arkadaşınız, filan filan gibi. Bu anlamda benim arayışım mesela devam ediyor. Hem doğal yaşam her yönüyle ama hem de bu yaştan sonra Türk köylüsü olacak hâlimiz de yok. Orada da bambaşka zorluklar var.


İşte bu ikisinin bir karışımı, bir dengesi nasıl olabilir? Biraz da artık 'freelancer' olmak kolaylaştı, hele bizim mesleklerde. Yani bulunduğunuz yerden çalışabiliyorsunuz. Dolayısıyla biraz mesela karavancılıkla meşgulüm şu sıralar. Onun da bir mazisi var. İlk defa olmuyor ama işte tam istediğim gibisi ya da kendimce zirvesine şu an ulaştım, ulaşmak üzereyim diyebilirim. Bir yönüyle de böyle bir hikâyem var mesela.


  • Hayat hikayenize dair okuduğum bir metinde çok masalsı bir çocukluk tanımı vardı. Sizin çocukluğunuzu farklı kılan neydi? O yıllarınız masallardaki gibi mi geçti?

Eyvallah. Burada tabii, çok hani olmadık bir şeyden bahsediyor gibi olmak da istemen, bir lüks hayat tablosu da değil. Aslında bu daha ziyade lüks bir insani durum. Yani rant düzeni olmayan bir hayattı adeta. Mutlaka her zaman kendi içinde insanlar bir fayda gözetirler, bir takım formüller çıkar ortaya ama… Hani bugünkü o çıplak, vahşi rant düzenine nazaran, orada insanlar sanki çok müstağni. Bir şeye ihtiyaçları yokmuş gibi "Aman efendim, siz buyurun." gibi bir havadaydılar.


Dolayısıyla bu insanlar da öyle beton bloklar değil, daha mütevazı, bahçeli evler… Daha sıradan kıyafetler… Daha böyle, ithalata dayalı yaşam alışkanlığı değil de hani yerli malı haftası gibi, kendi imkânlarıyla yaşamak… Ve konuşmalarında, muhtemelen iç dünyalarında da bunu aksettirmek. Yani böyle bir hayat yaratıp, iç dünyanıza da bu nüfuz edecek değil mi? Yumurta tavuk esprisi gibidir bu yani. Tekrar sizden neydi o? Küpün içinde ne varsa dışarı o sızar hesabı… Sizden tekrar o sadır olacak.


Böyle bir hâldi. Mesela bana şu an çok ilginç gelen şeylerden biri, otomobil… Otomobil sahibi olmak ve her yere otomobille gitmek ayıplanırdı. Yani adeta araba almaya bile utanırdı insanlar. Çok ihtiyacı olan ancak bunu yapardı. Hele hele böyle çok mahalle içinde, yakın mesafelerde arabayla gezmek veya zırt pırt işte Karşıyaka'ya arabayla… Ya vapur var, mesela, ne gerek var? Bugün böyle 85 tane arabası olan insanlar, o zamanlar vapur trenle seyahat ederlerdi.


Ama tabii vapurlar, trenler de insan seyahatine göre dizayn edilmişti. Mesela ceketinizi asacağınız bir yer vardı vapurda falan. Trende çantanızı koyacağınız bir raf vardı. Şimdi mal gibi istif ediliyoruz ya toplu taşıma araçlarına, böyle değildi. Bu da tesadüf değil efendim, böyle istedik. Yani bu İstanbul 50 milyon, 100 milyon olsun istedik de tam beceremedik. Pandemi biraz kırdı bunu ama inşallah onu da başaracağız.


Bu hayattan çok memnunuz. Çok mutluyuz. Yeni yeni siteler, yollar, bir şeyler yapmaya devam ediyoruz herhalde bu sürsün istiyoruz, değil mi yani? 5-10 yıl sonra metrobüs terk edilir ve giderek artık bunlar hayalet duraklara dönüşür gibi bir düşüncesi yoktur kimsenin. Daha da olacak, belki altlı-üstlü çift metrobüs filan olacak.


Ama bunların hiçbiri tesadüf değil ya da “Allah kahretsin, bu metrobüsü kaldıralım İstanbul’dan” meselesi değil. Yani biz orada… Başka bir şey oldu biliyorsunuz, bütün dünyada oldu bu; sanayi devrimi, işçi lazım, kim olur? İşte köle getirelim ya da köylüleri şehre getirelim hikâyesi…


Türkiye’de de bu, bir müddet sonra artık istiap haddini de aşacak şekilde yaşandı ve maalesef bizim ruh dünyamız da değişti. Yani asıl hayat İstanbul'da ya da en yakın şehirde, büyük şehirde filan yaşamaktır. Diğeri yani bir prova, bir simülasyon hayattır; gerçek hayat o değildir.


Nitekim bu tersine göç meselesi var ya İstanbul’dan işte Ege başta olmak üzere ya da memleketine dönenler filan… Köylüler taaccüp ile bakıyor. Çünkü köylü kasabaya taşınmak istiyor. Kasabadan ilçeye, ilçeden şehre, şehirden en yakın büyük şehre ve giderek İstanbul'a… Yani onun 7-8 merhalede ulaşacağı yerden siz köye gelmişsiniz.


Dolayısıyla siz de kanun kaçağısınız ya çılgınsınız ve o gözle bakıyorlar. Bunda da haklılar ama biz bazen hep şöyle bakıyoruz hayata: “O gözle bakmamalarını sağlayalım, köylüleri cezalandıralım” falan, metrobüsü kaldıralım örneğinde olduğu gibi. Değil, hayatın akışı bizi bir yerlere getiriyor.


Nokta atışı müdahaleler, cezalar, kanun çıkarmalardan ziyade hayatı ve insanları genel olarak neye, nereye yönlendiriyoruz? Oralardaki şifreleri bence çözmek…


Burada gerçekten lüzumsuz bir masallaştırma yapmak istemiyorum.


Kaybettiğimiz şey ne? Bunu anlayalım istiyorum. Evet, bir yerde rant yoksa piyasa da oluşmuyor. Ama fazlaca rant varsa da bütün hayat bir piyasaya dönüşüyor. Yani 'Kaç paralık adamsın'a kadar giden bir şekle sanki geldik diye üzülüyor ve endişe ediyorum ve bunun geri dönüşü biraz zor. Çünkü buradan geri dönmek demek, sözüm ona uyanıklık olan bir şeyi terk edip bir tür enayiliğe razı olmak demek gibi bugün.


  • Sizi siz yapan, o dervişler ve ağır abiler miydi?

Şüphesiz, şüphesiz ama bu bir tercih değil, bir şanstı. Sonrasında kısmen tercih de oldu tabii. Yani “Derya içredir, deryayı bilmez” hesabı. Ben herkesi öyle, her yeri öyle zannediyordum. Her çocuk gibi, her bebek gibi. Bir müddet sonra, yoo bunun çok bambaşka bir şey olduğunu anlayıp biraz daha sarıldığım tarafları da oldu.


Yine belki her ergen gibi buna itiraz edip isyan ettiğim tarafları da olmuştur ama her hâlükârda terbiyemizde bunun katkısı vardır. Psişik rahatsızlıklarımıza da katkısı vardır. Sosyal ilişkilerde, bugünün muhteşem Türk toplumuna tam intibak edemeyişimde bunun etkisi vardır.


  • Zamana intibak edememek sizi zorluyor mu?

Zorlanıyorum. Evet, evet, evet. Ya böyle kendimi bir haltmış gibi anlatıyor olmayayım. Estağfurullah. Samimiyetle söylüyorum yani. Ben fildişi kulemden bu toplumu beğenmiyorum meselesi değil. İçinde yaşıyoruz ya, iliğimize, kemiğimize kadar ve nasıl söyleyeyim? Bazı insan biraz daha hani “Ne var ya? Ne yiyoruz? Bana ne veriyorsunuz? Alayım, gideyim” gibi olabiliyor. Bu da güzel belki kendince. Bu da bir kültürün doğurduğu bir şey. Fıtrat diyoruz, karakter diyoruz ama tesadüf hani tombala çektik bu da böyle çıktı değil aslında.


Hayat, bir zincirleme hep sebep sonuçlar şeklinde gidiyor. Kimi insan “Ne vereyim?” diyor. Bu bağlamda ben de hani “Ya, ne oluyor? Bir bakayım.” Bazen sulh taraftarı olmanın bir tür korkaklık mı olduğunu düşünüyorum ve bundan endişe ediyorum. Yani acaba savaşmaya cesaretimiz mi yok da herkes güler yüzlü, herkes müşfik, herkes saygılı olsun istiyoruz. "Yok, saygısız olsunlar, ellerinden gelenin adlarını koymasınlar. Bakalım kim kimin sırtını yere getiriyor" gibi bir hayat da yaşanabilir.


Böyle yaşayanlar da var. Bilmiyorum ki ama işte alışmak da belki. Yani o rüyamızdaki ak sakallı dedeyi arıyoruz ya, ben gündüz düşlerimde gördüğüm ak sakallı dedeleri arıyorum herhalde bundan kurtulamıyorum.

Çocuğuma ne yapmalıyım kara kara düşünüyorum. Yani çocuğumu ben bugünün ve yarınların Türkiye'si için iyi bir dolandırıcı olarak mı mesela yetiştirsem, daha doğru yapmış olurum? Bilmiyorum ki. Hani bir alfa erkek mi olmalı benim oğlum mesela? Zor sorular. Cevapları bende yok.


O eski kültürün devamı olarak insanlar çok tedirgin. Her an böyle bir işte saate takvime hani borsa tablosuna bir şeylere bakıp "Ne kazandık, ne kaybettik?" gibi bir duyguyla belki yaşamıyorlardı. Hayat bir nebze daha doğal bir şeydi. Yani yaşıyoruz efendim. Hani şimdi hep bir nabzı ölçüyoruz yani. Yaşıyor muyuz? Yaşamıyor muyuz? Boyumuz iyice uzadı mı? Falan. Belki daha tedirginiz. Dolayısıyla bugün o günkü rahatlık bize tuhaf geliyor, ya trende kulak kesilirken sen nasıl o trene biniyordun, 12-13 yaşında diye ama o zaman vakalar marjinaldi. Yani şimdi diyoruz ya işte adam köpeği ısırırsa haber olur. O zaman köpek adamı ısırsa bile haber oluyordu. Hayatın kendisiydi aslolan ve doğal bir şekilde sabah kalkılır gidilir işte akşam gelinir gibi bir yaklaşım vardı.


Şimdi ise eyvah nerede bomba patlayacak? İsrail bilmem nereye mi saldırdı? Rusya, Ukrayna, Amerika da bize şey yapar mı? YPG bilmem ne etti mi? Daha bir teyakkuz halindeyiz sanki. Dolayısıyla her şey potansiyel bir vaka gibi. O zaman hafsala almıyor "Ya bu ne rahatlıkmış" diyoruz.


  • Çocukken iyi ki çalışmışım diyor musunuz?

Zorunluluk değildi oradan başlayayım. Bir mağduriyet... Gerçi mağduriyet iyidir ya. Aslında şöyle mi desem? Mecburdum. Çok kötü durumdaydık... (Gülüşmeler)


Mağduriyet arayışında değilim bu röportajda, lütfen beni yanlış anlamayın.

Lütfen sizi asla...


Sizi tenzih ediyorum, ben şahsınızı değil, medyamızı kastettim.


Baştan sona, sonuna kadar keyifli, gülerek de bir röportaj yapabiliriz.


Şüphem yok, şüphem yok ama belki o da güzel olurdu yani. "Çok zor koşullarda büyüdük, çalışmak zorundaydım" filan... Ama değildi. Şükürler olsun, fena değildi vaziyet. Ama ailem sağ olsunlar, biraz da beni böyle hayatın içine sokmak istediler belki. Ben de istedim çocuk aklımla. Dolayısıyla ilkokul yıllarımda bile ben ufak tefek bir şeyler yaptım. Pazarda kitap sattım falan hani. Bunların çoğu böyle ne denir? Fasulyeden işlerdi. Ama işte yaş ilerledikçe bunlar da ciddileşti. Evet, iyi ki derim.


Ama bu işin şöyle bir tarafı olduğunu da bazen düşünüyorum. Biz hep kemâlatın bir işte olgun çocuk... "Ne kadar güzel. Büyümüş de küçülmüş." Bunları hep müspet addettik. "Ya çok iyi, böyle daha da olgun olmalıyım" filan gibi düşündük. Keza işte iş hayatına veya genel anlamda hayata, sosyal hayata erken atılmak iyidir. "Erken kalkan yol alır." Değil mi? Ama bunun yorgunluk tarafını, bıkkınlık tarafını pek hesaba katmamışım.


Şimdi bakıyorum, ben 15 yaşındaydım, film çekmeye çalışıyordum VHS kameralarla. 25 yaşındaydım, "Hâlâ sinema yapamadım. Ne kadar kabahatliyim" filan gibi düşünceler, duygular içindeydim. Şimdi diyorum ki keşke 30'dan sonra böyle bir merak bende hâsıl olsaydı. "Ya biraz bir şeyler mi çeksem, bir kamera mı alsam?" Belki daha az yorulmuş olurdum daha hevesli olurdum bir şeyler yapmaya. Saçı sakalı biraz erken ağarttık gibi oldu erken başlayınca sanki.


  • Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi'nden mezunsunuz değil mi?

Doğrudur efendim 7 senem orada geçti evet. Yedi sene mi okudunuz? Evet. Biz İngilizce hazırlık, 3 yıl orta, kredili sistem sayesinde de 4'ten 3'e düşen 3 yıl lise.


  • Size biri mi tavsiye etmişti Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesini yoksa o dönemde de popüler miydi?

Kendi içinde popülerdi. Yani belki bütün İstanbul Türkiye sathında bütün talebeler burayı hedeflemiyordu ya da veliler ama işte biraz daha dini hassasiyeti olanlar, "Ya çocuğu imam hatibe mi göndersek, işte orada da biraz zayıf mı kalır, üniversite falan kazanamaz mı? Anadolu Lisesi mi olsa, kolej mi?" filan gibi düşünenler için. Evet popülerdi. Kazanması çok zor değildi. Sanki bir ön kayıt sistemi vardı ama yine o ön kayıtta da nispeten bir puanınız olması gerekiyordu filan gibi şeyler hatırlıyorum. Tabii ben çocuk aklımla ben buraya gideceğim demedim. Bu daha ziyade. Velilerin marifeti olan bir şey ama gittikten sonra da çok intibak ettik. Çok orada bambaşka bir kardeşlik duygusu yaşadık ve hala o insanlarla arkadaşız.


  • Soracaktım, devam ediyor mu dostluğunuz?

Sade ben değil hatta benden çok daha sıkı bir şekilde. Bu kardeşliği yürütenler var ve başka yerlerde de o ortamı aradık mesela ben Galatasaray Üniversitesi'ne girdim. Şu anlamda da bir beklentiyle girdim. Ya burada bir işte kitap kulübü vardır. Enteresan sohbetler vardır kantinde filan gibi. Ben Kartal'daki felsefe ortamını aradım ve nitekim orada bir tür ben şey oldum yani güya filozof geçindim Galatasaray'da Kartal sayesinde.


  • Sesinizi hep farkında mıydınız?

Menfi anlamda söylerlerdi. Bu, sevdiğim bir hikaye. Ben bazen insanlardan intikam aldığımı söylüyorum. "Bakın, o beğenmediğiniz sese şimdi para ödüyorsunuz" filan diyorum. Şaka bir yana, yani ne berbat sesin var anlamında bir beğenmemezlik yoktu ama işte biraz böyle kart, biraz da hani affedersiniz işte "Boru gibi sesin var" filan şeklinde de bir feedback alıyordum çocukken ya da ergenlik civarında ama hızlı bir şekilde de bu, işte bir "Şiir okusana" bilmem neye dönüştü.


Dolayısıyla evet, büyükler de biraz sesimi keşfetmemi sağladılar. Üvey anneme ayrıca müteşekkirim. Mesela o beni yönlendirdi bu anlamda. "Oğlum," dedi işte "ses bankası falan, böyle bir şeyler varmış" dedi. "Ajanslar varmış" dedi mesela sağ olsun. Yine rahmetli dayım, yani birçok insanın bu anlamda emeği, yol göstermesi zaten böyle olmalı ya. Hayat, yani büyüklerden sadece bayramda harçlık değil ya da sadece böyle basmakalıp "terli su içme" gibi nasihatler değil. Biraz daha kişiye özel nasihatler, biraz mentörlük hizmeti alabilmeliyiz bence.


Evet, lafa geldi mi hep şişinmeyi seviyoruz; işte "ben senin abinim, babanım, biz aileyiz, şuyuz, buyuz, hocanım" filan ama ya bunun işlevsel tarafı bazen zayıf gibime geliyor toplumda. En büyük mentörümüz medya olmuş. Ehh onun da bizim çıkarımıza mı? Kendi çıkarına mı bu işi yaptığı her zaman için tartışılacak bir konu.


Hüseyin Goncagül hocam, buradan ellerinden öpüyorum her daim. Dediğim gibi dayım vesilesiyle, onunla tanıştım onun yanına biraz da eti senin kemiği benim olarak takıldım öyle 1-2 yaz tabii ailede filan da müthiş bir ciddiyet vardı bazen o da komiğime gidiyor yani "Aman okul var" falan. Dolayısıyla yazları ancak bir şeyler yapmak mümkün oluyordu. Hocam da o esnada radyo programı yapıyordu. Sağ olsun, beni de stüdyoya soktu ve program içinde bana laf atmaya başladı. “Değil mi ya Mesutçuğum” filan demeye başladı. Orada da yine aynı şekilde benim sesim; biraz güzel, biraz ilginç, biraz komik, biraz absürt filandı.


Yani o zaman da böyle değildi. Biraz daha böyle bir sesim vardı galiba. Ben de zaman içinde kullanmayı öğrendim. Bu hem bir kas hem bir sanat, zanaat ne derseniz. Dolayısıyla o da gelişiyor ve gelişmeli şüphesiz. Yani “Merhaba” diye ben de bu hayata başlamadım. Dolayısıyla radyo öyle evet, çömezlikle başladı. Sonradan böyle yerel radyolar falan çok hoşuma gitti o iş, oraların kapısını çalıp “Ben program yapacağım” falan deyip kabul edildiğim ve gerçekten 15-16 yaşlarında tamamen tek başıma kendi programımı yaptığım da oldu.


Radyoda hemen benim sesimin seslendirme tarafı da fark edildi ve keşfedildi ve bana jingle, reklam, bir şeyler seslendirtmeye başladılar.

Dolayısıyla ben de tabii yine mukallitlik işte hep devreye giriyor bu seslendirmeyi sıfırdan kendiniz icat etmiyorsunuz. Aaa, sonra sonra şunu fark ediyorum ki ben çocukken çok radyo dinlemişim, radyo tiyatrosu çok dinlemişim ve mesela beni Rüştü Asyalı'ya çok benzeten olur hâlâ. Hatta geçenlerde sosyal medyadan biri "Ya üstat, ne güzel okumuşsun" diye Rüştü Asyalı'nın bir kaydını bana gönderdi.


Bazıları bu derece benzetiyorlar. Ben kasıtlı olarak hiç taklit etmedim. Yani Rüştü babayı taklit etmeye çalışayım diye uğraşmadım ama 5 yaşından beri dinlediğim o medya kulağımda yer etmiş ve beni dönüştürmüş. Keza radyoda da konuşurken belki hani Hüseyin hocayla sohbet ederken veya kendim program sunuyorum, “Merhaba değerli dinleyenler” filan derken değil ama seslendirme yaparken ben de artık seslendirmenleri taklit etmeye başladım. Yani jingle'ı nasıl, “Bilmem ne FM, 101. nokta bilmem ne” diyen adamı... Belli bir adamı, Ahmet'i, Mehmet'i değil ama genel olarak o tavrı taklit etmeye başladım elbette.


Bunu hem genç kardeşlerimize bir tür yol gösterme olarak paylaşmak istiyorum. Yani burada “Ben öyle mükemmelim ki doğuştan beyaz atlı bir seslendirme prensi olarak geldim dünyaya ve hep kendimce nameler icat ettim” filan demek açıkçası dürüstçe olmaz ve burada iki kelam ediyorsak, insanlar da lütfedip dinliyorsa bir faydamız olsun diye de bunu açıkçası paylaşmak isterim.


“Sanat taktikle başlar” diye bir laf bile vardı bizim çocukluğumuzda. Bilmiyorum, hâlâ var mı? Dolayısıyla burada maksat komiğini çıkarmak anlamında bir taklit değil; oraya bir özenme, benzetmeye çalışma, oradan bir ders alma ve inanır mısınız, yıllar sonra şuna denk geldim. Bekir Sıtkı Sezgin rahmetlinin bir ders kaydı yok bir röportaj olsa gerek. “Benim” diyor, “hayalimde hep bir seda vardır ve ben aslında icraya başladım mı o kuvvetlenir. Ben onu takip eder, taklit ederim” diyor. Evet, hayalindeki sesi taklit ediyor. Ne o ses? Ona sadece ilham diyebilir miyiz? Biraz da birikim olsa gerek, değil mi?


Ve burada nasıl ki gurmeler bazı keskin tatları yemezler, “Damağım bozulur” derler, bizim de aslında kulağımızı bozmamaya dikkat etmemiz lazım. Her çirkinliği, her pisliği de “Aman ne kadar enteresanmış” diye dinlemememiz, izlemememiz, gözümüzü bozmamamız...


  • Heyecandan uyuyamadığınız o proje hangisiydi?

Yoo ben heyecanlanmaya yatkınım. Şu anda da heyecanlıyım mesela.


Benim böyle pek "İşte, oldu ya! Bu iş falan" gibi bir şey olmadı ya. O kadar büyük bir başarım olmadı diyeyim.


Gözüm çok yüksekte miydi acaba? Bilmiyorum ama şunu mesela çok rahat söyleyebilirim, pazar sabahı TRT'de o kovboy filmi kuşağında Clint Eastwood'u izledim ve dedim ki, "Tamamdır, huzur içinde son nefesimi verebilirim." Mesela bu anlamda beni heyecanlandıran ya da tatmin eden işte bir proje söz konusu olabilir.


Dublaj, bir şekilde hayatımızın işi oldu. Yani gerçekten, "Senin bu dünyadaki varlığın Amerikan filmi seslendirmek midir usta?" deseniz, şunu düşünmesem utanıp sıkılabilirim ama ben "İnsanlara ana dillerini yeniden öğretiyorum" diyerek de böbürleniyorum bir taraftan. Çünkü mesele sadece Amerikan filmi değil, Türkçe'yi dinletmek. Böyle bir hizmetimiz var, şükürler olsun.


Türkçe dediğimiz şey de sadece gramer kuralları olarak düşünülmesin. Entonasyon da lisanın unsurlarından biridir. Yani bu dili nasıl nağmelendiriyoruz, nasıl tonluyoruz? Keza vurgu, bugün kaybetmek üzere olduğumuz çok başat unsurlardandır. Bunları büyüklerden tevarüs ettik. Şimdi biz miras bırakmaya çalışıyoruz.


Öğretmekten kastım, "En doğruyu ben biliyorum" gibi bir öğretme değil ama ister istemez biraz da hele duyarlıysanız daha güzel almış oluyorsunuz. İnşallah daha güzel veriyoruz aktarıyoruzdur diye umuyorum.


  • Bize kısa bir tirat ya da şiir seslendirir misiniz?

Eyvah eyvah. Yani diyorsunuz ki bu sohbette biraz sizi beğenen olduysa finalde bunu izale edelim. (Gülüşmeler)


Tabi dilerseniz, istemezseniz hiç problem değil.


"Bizi hatırlayın, bir kralın vereceği basitlikte bir emir. Nasıl öldüğümüzü hatırlayın."


300 Spartalı'da böyle bir şey vardı o geldi aklıma.


Teşekkür ederim iltifatınız için. Bunu bu şekilde yapmak gerçekten zor. Ben harika türkü söylüyor olsam bile şimdi şu sohbetin üstüne şu kameranın önünde, "Ormanlardan aşağı" çok zor yani. Ama eyvallah yani ben kendimi söylemiş kabul ettim, mutlu oldum. Umarım siz de bu şekilde kabul edersiniz.


Çok teşekkür ederim, ayaklarınıza sağlık. Belki başka bir ortamda başka türlü. Benim için çok doyurucu, keyifli bir sohbetti.


Eyvallah.


Çok memnun oldum, teşekkür ederim. Benim soracaklarım bu kadar, sizin söyleyeceğiniz son bir söz olursa dinlerim.


Teşekkür ederim ben bu verdiğiniz kıymeti şahsıma değil, sanata yormak istiyorum. Ben de ona layık olmaya çalışıyorum. Gerçekten seslendirme laf arasında kaynamış oldu bir kez daha belirteyim, bir lisana hizmet, ana dilimize, Türkçe'mize bir hizmet olarak, sade ben değil büyüklerimizden böyle öğrendik biz zaten. Birçok dostumuz kardeşimiz de bunu böyle görürler, bu bir hani vatani hizmettir. Bu şuurla yapmaya çalışıyoruz.


Buradan birçok felsefi tartışma elbette doğabilir amma velakin son tahlilde insanlar bizden duydukları şekilde ister istemez tesir altında kalarak konuşuyorlar, dili böyle kullanıyorlar. Ben bu anlamda çok mutluyum, kendimi çok şanslı hissediyorum. Bundan tedirgin olmuyorum. Bir de insanlardan iltifat aldıkça, o tedirginliğim daha da hafifliyor. Size de bu anlamda değerli gördüğünüz için teşekkür ediyorum.


Ben teşekkür ederim, çok sağ olun.


#Mesud Uz
#Ses sanatçısı
#Seslendirmen
#Dublaj sanatçısı
#Ses eğitimi
#Eski İstanbul
#Galatasaray Üniversitesi
#Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi
#Belgesel
#Senarist
#Oyuncu