Fransa’da 17 yaşındaki Cezayir kökenli Nahel’in polis tarafından öldürülmesinin ardından yaşanan olaylara ilişkin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sözleri dikkat çekti; “Beyaz adamın üstünlüğüne dayanan sömürgeci, kibirli, gayriinsani zihniyetin varlığının halen devam ettirdiğinin işaretidir. Özellikle sömürgeci geçmişi ile bilinen ülkelerde kültürel ırkçılık, kurumsal ırkçılığa dönüşmüştür. Fransa’da başlayan olayların kökünde işte bu zihniyetin inşa ettiği sosyal mimari vardır. Sistematik baskı gören varoş, gettolarda yaşamaya mahkûm edilen göçmenlerin çoğu Müslümanlardır. Sokak olayları meşru bir hak arama metodu olamaz. Ancak bu sosyal patlamadan otoritelerin de bir ders çıkarması gerektiği açıktır.” dedi.
Peki Fransa’da yaşanan olaylar gerçekten de Erdoğan’ın ifade ettiği gibi Batının ‘efendi’ tavrından kaynaklanıyor olabilir mi? Nahel’i vuran 38 yaşındaki Fransız polisi Florian Menesplier sıradan bir isim değil. Sarı yelekliler eylemlerinin bastırılmasındaki ‘üstün başarısı’ nedeniyle Paris Valisi Didier Lallement tarafından ödüllendirildi. Afganistan’da çatışmalara katılmış eski bir asker olan ve kasten adam öldürme ile yargılanan Menesplier’in, Nahel’e “kafana bir kurşun yiyeceksin” dediği iddia edildi. İfadesinde böyle bir cümle kurmadığını, Nahel’in kaçmasından ve diğer polis arkadaşına zarar vermesinden korktuğunu dile getirdi. Fakat olaya ait görüntülerde polisin Nahel’e ‘kafana sıkarım’ dediği ve arkadaşına zarar verme ihtimalinin olmadığı ortaya çıktı.
Yalan söylediği anlaşılan polise ilk destek Fransa’daki sağcı Jean Messiha’dan geldi. Messiha, bir çocuğu öldüren polis memuruna destek olmak için kampanya düzenledi. ‘Utanç fonu’ olarak nitelendirilen kampanyada 1.6 milyon euro para toplanması, Fransa’da bazı çevrelerin cinayetten rahatsızlık duymadığını gözler önüne serdi. Uluslararası Af Örgütü Avrupa Bölgesel Direktörü Nils Muižnieks ise yaptığı açıklamada 2017’den itibaren Fransa İçişleri Bakanlığı’nın polisin güç kullanımına dönük izinlerini beş kat arttırdığını belirterek, trafik kontrollerinde özellikle siyah ve Arap birçok sivilin hukuksuzca öldürüldüğünü söyledi. BM Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi de polisin Afrikalı ve Arap kökenli insanlara karşı ırkçı bir tavır içinde olmasından endişe duyduklarını belirtti. Fransa’da son 1,5 yılda 16 kişinin polis tarafından vurulması Nahel olayının ne ilk ne de son olduğunu, Batılı değerlerin sıradan “çelişkisinden” daha fazla şeyleri fısıldıyor.
Gelişmeler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın işaret ettiği kültürel ırkçılık meselesinin konunun doğru anlaşılması açısından önemli olduğunu ortaya koyuyor. Batı’da yaşanan toplumsal olayların ardından Erdoğan’ın ısrarlı bir şekilde sömürgeciliğin, kültürel ırkçılığın altını çizmesine rağmen bu konuların Türkiye’deki üniversitelerde belli bir seviyenin üzerinde tartışıldığını söylemek zor. Batılı kaynaklara referansla yapılan çalışmalar dünya kamuoyunda sömürgecilik ve kolonyalizm tartışmalarında dikkat çekmeye yetmiyor. Araştırmalara temel teşkil eden Batılı kaynakların son tahlilde Avrupamerkezci bakış açısıyla ele alındığı göz önünde bulundurulursa sadece Batımerkezci okumalarla Batı eleştirisi yapmanın nafile bir çaba olduğu daha iyi anlaşılır. Türkiye’de bu alanda yapılan araştırmaların tekrarlardan oluşmasının en önemli sebebi tam da burasıdır. Bu hataya düşmemenin tek yolu Batılı kaynakları dışarıda bırakmadan sömürgeleştirilmiş ülkelerdeki bağımsız kaynaklarda çalışma yapabilmektir.
Edward Said’in, Ania Loomba’nın, Samir Amin’in, Arif Dirlik’in eserleri her zaman dikkate alınmalıdır. Aynı şekilde Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri, Meyda Yeğenoğlu’nun Sömürgeci Fanteziler, İbrahim Kalın’ın Ben Öteki ve Ötesi gibi eserleri de bu konuların doğru şekilde anlaşılmasına katkı sağlamıştır. Fakat artık bunun bir adım daha ötesine geçerek Türk entelektüellerinin Fransa sömürgeciliğini Fransız kaynaklardan değil doğrudan Mali, Senegal, Çad gibi Fransız sömürgesi olmuş ülkelerin kaynaklarından hareketle ortaya koyması gerekmektedir. Örneğin; İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, Fransa’nın dünya üzerinde 14 ülkeden “sömürge vergisi” adı altında yıllık 540 Milyar Dolar alarak sömürüye devam ettiğini söyledi. Kolonyalizmin korkunç yüzünün görülmesi, onun ülkelere verdiği zarar envanteri ile berraklık kazanıp bilinçlerde depreme yol açması mümkünken halen bu tür verilerin Batıdan öğrenilmesi büyük bir handikaptır.
Çalışmaların daha derinlikli ve kurumsal bir kimliğe kavuşması için üniversitelerde bireysel çabalar yerine daha organize araştırmalara imkan sağlaması gerekir. Birkaç kişinin çabasıyla doğrudan kaynaklara erişilmesi ve bunların belli bir program çerçevesinde ele alınması zordur. Bunun için farklı üniversitelerde enstitüler, araştırma merkezleri açılarak Fransa, İngiltere, Portekiz sömürgesi olan ülkelerde saha çalışmaları gerçekleştirilmeli. Türkiye merkezli çalışmalara orta vadede uluslararası desteklerin sağlanması, araştırmaların sadece siyasi alanda değil ekonomik, kültürel, toplumsal alanda da sürdürülmesine ve kolonyalizmin etkilerinin ortaya çıkarılmasına önemli katkılar sağlayacaktır.
Batılı ülkelerin Doğu coğrafyasını sömürdüğü, doğal kaynaklarını çaldığı, gelişmesini engellediği, dilinden inancına, geneklerinden düşünce dünyasına kadar her şeyi dilediği şekilde yönettiği biliniyor. Ancak bugün dünyanın en özgürlükçü ülkelerinden biri olarak sunulan Hollanda’nın Fildişi’nden Angola’ya kurduğu kolonilerde neler yaptığı, insanları nasıl öldürdüğü, ne tür işkencelerden geçirdiği, Portekiz’in Mozambik’i işgal edip halkı köle pazarlarında sattığı tam manasıyla işlenemiyor. Bu ilgisizlik sömürgeciliğin geçmişte kaldığı anlamına gelmez. Tam da bu noktada Kolonyalizm hakkında akademisyen ve aydınların tutumu sorgulamayı hak eder. Kolonyalizmin sıradan bir olgu ve olay olarak ele alınması -şayet kasıtlı bir tarz değilse-, onun varlıksal anlamını yeterince kavrayamamaktan kaynaklanır. Öte yandan Kolonyalizmin küçümsenmesi, önemsizleştirilmesi onu yeniden üreten gizli bir güç görevini üstlenir.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Cezayir ziyaretinde protesto edilmesi, Nelson Mandela’nın kızı Makaziwe Mandela’nın, “Güney Afrika’da yaşayan atalarımız, kıtadaki madenler keşfedilince, buradan kovuldu ve mutluluk sona erdi” açıklaması, İngiltere›de köle tüccarı Edward Colston’un heykelinin yıkılıp nehre atılması, Yeni Zelenda’da Maori yerlilerinin talebi üzerine yerli halka yönelik katliamlardaki rolü nedeniyle İngiliz donanma subayı Kaptan John Hamilton’ın heykelinin kaldırılması, Hollanda Başbakanı Mark Rutte’nin kölecilik nedeniyle özür dilemesi ve daha birçok olay batının sömürgeci tarihinden kaçamayacağını, her türlü akademik ve medyatik dikkat dağıtıcılığa rağmen bu konuların artık konuşulmaya başladığını gösteriyor. Batılılar sömürdükleri coğrafyalardaki insanlara bir eşya gibi el koyup kendi şehirlerini inşa ettirdiler. Her yıl milyonlarca turisti ağırlayan Batı başkentlerinin ihtişamlı yapılarının altında Afrikalı kölelerin gözyaşları yer alıyor. İnsan haklarına saygısı olan, özgürlük idealine sahip vicdanlı insanlar batılı şehirlerdeki tarihi yapılara biraz dikkatli baktıklarında Afrikalıların izini göreceklerdir.
Bu izi ortaya çıkarmak sadece geçmişe dönük rövanşist bir tutumla alakalı değildir. Dün yaşanan acıların bugün devam eden etkisi göz önüne alındığında bu izi sürmenin ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılır. Çünkü sömürgecilik sadece insani ve toplumsal bir yok etme eylemi değildir. Aynı zamanda bugün insanların bakış açısını da belirleyen bir tutuma işaret eder. Sömürgeci zihin dünün muhasebesini yapmaktan uzak olduğundan bugünün siyasal, entelektüel ve kültürel iktidarlarına karşı da sessiz kalmaktadır. Yaşanan büyük acılara rağmen sanki bunlar hiç olmamış gibi davranmak nasıl mümkün değilse üniversitelerin de bu duruma kayıtsız kalması beklenemez. Manipülasyondan uzak, bağımsız bir bakış açısına sahip olabilmek için Türk akademisyenler saha çalışmalarını arttırıp, batı karşısında komplekse kapılmadan, daha kurumsal yapılarla yeni bir paradigma inşa edebilirse hem Batı düşüncesi karşısında etkin/özgün bir konum elde eder hem de yeni bir kanon oluşturarak tarihi bir rol üstlenebilir.
Carl Gustav Jung insanın tarihsel ve kültürel hafızasının yaşamın izlerinde ortaya çıktığını söylemişti. Şayet bu tarihsel-kültürel hafızayı izlersek ve bunu Kolonyalizm bağlamına taşırsak; şiddetin tersine çevrilmesi gerektiğini vurgulamamız da gerekir. Yani Kolonyalizmin ürettiği şiddet biçimlerini Fransa’daki olaylarla kıyaslanamayacak kadar büyük olduğunu ve şiddeti üretip dayatan asıl kaynak olarak ilk önce hesaba çekilmesi gereken bir suç makinesi olduğunu belirtme ihtiyacı duymalıyız. Nitekim veriler her türlü şiddet biçimlerinin gerçek sahibi ve adresi olarak Kolonyalizmi gösterir.