Türkler, Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar uzanan tarihsel süreçte birçok devlet kurmuşlardır. Bu uzun periyodun en önemli dönüm noktası ise onların İslâmiyet ile tanışmaları olmuştur. Türkler ve Müslüman Araplar arasındaki ilişkilere baktığımızda Hz. Ömer zamanındaki ilk tanışmanın sonrasında Emevîler’le birlikte yoğunlaşan bir süreç söz konusudur. Ancak bu dönem genelde silahlı mücadelelerle geçmiştir. Karşılıklı düşmanlıklarla geçilen bu periyodun sonrasında Abbâsîlerin iktidarıyla yeni bir dönemin kapıları aralanmıştır. Talas Savaşı sırasında (751) Karluk Türklerinin, Müslüman ordularına verdiği destek ikili münasebetlerdeki dönüşümün başlangıcı olmuştur. Böylece evvelindeki düşmanlıklar yerini yavaş yavaş gelişen bir ortaklığa bırakmıştır. Bu yönüyle Talas Savaşı, Türklerin İslâmlaşması için bir başlangıç kabul edilebilir.
Öte yandan Türklerin ihtida süreci XVIII. yüzyıla kadar devam etse de X. yüzyıl bunun en yoğun yaşandığı dönemdir. Daha önemli bir husus ise bahse konu periyotta Türklerin, yeni dinin gerekliliklerini en güzel şekilde ve en doğru kaynaktan öğrenmeleri olmuştur. Dolayısıyla içine girdikleri yeni sosyal çevreye de hızlı bir şekilde uyum sağlayabilmişler hatta İslâm Dünyası’nın koruyucusu haline gelmişlerdir. Şiî İsmâilîlerin (Bâtınîler) Sünnîlik adına ortaya çıkardığı tehdidin bertaraf edilmesi, 1096 Ağustos’undan itibaren Doğu İslâm Dünyası’na karşı harekete geçen Haçlılarla mücadele ve Selçuklular eliyle Anadolu’nun Türkiye haline getirilmesi ile Osmanlıların Balkanlar’daki fetihleri de bunun bir sonucudur. Dönemin Latin kaynaklarında da açık şekilde görüleceği üzere Türk ve İslâm kelimeleri zaman içinde özdeş hale gelmiştir.
İşte bu noktada Türklerin böylesine hızlı ve öz benliklerini kaybetmeden yeni dine intibaklarını sağlayan Sâmânîlerin varlığı önemlidir. Onlar, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan Türk devletler zincirinin en önemli halkasıdır. Böylece Türkler İslâmiyet’i kendileriyle aynı etnik kimliğe sahip bir unsurun elinden öğrenmişlerdir. Bu ise Türk-İslam bütünleşmesinin başlıca en temel nedenidir.
İranlı olduklarına dair bazı kayıtlara karşın kaynaklar dikkatli şekilde incelendiğinde ailenin Türk aslından geldiği açık bir gerçekliktir. Onları Fars kökenli olduklarını savunan görüşün en önemli dayanağı efsanevi İran hükümdarı Keyumers’e (Farslı alimlerinin birçoğu Keyumers’in Hz. Adem olduğunu iddia ederler.) kadar inen şecerelerdir. Fakat söz konusu kayıtların içerisindeki Tamgas, Guzek, Külerkin, Cabba, Sam-togan, Ihşin (Ihşid) gibi Türk isimlerinin varlığı ilginç bir şekilde dikkatlerden kaçmıştır.
Yine Farsça’nın onların döneminde ortaya koyduğu gelişim de ikinci bir gerekçe olarak öne sürülmektedir. Ancak Farsça’nın bir dil olarak gelişimi Sâmânîler devrinden önce başlamış ve sonrasında Gazneliler, Selçuklular ve Hârizmşâhlar’ın dönemlerinde de devam etmiştir. Hatta ilerleyen süreçte İslâm Dünyası’nın doğusundaki bürokratik dil etnik kimliğe bakılmaksızın bütünüyle Farsça, batısında ise Arapça olmuştur. Dolayısıyla bu durum Sâmânîlerin etnik kimliği ile bağlantı kurulmasını sağlayacak yeterli bir veri içermez.
Öte yandan Sâmânîlerin Türk soyundan geldiğine dair ise pek çok kanıt bulunmaktadır. Bunlardan ilki devletin kurulduğu sahayla alakalıdır. Ceyhun Nehri tarih boyunca İranlı kavimler ile Türkler arasındaki bir sınırı ifade etmiştir. Nehrin batısı İran doğusu Turan diye anılmıştır. Hatta bu gerçeklik bizzat Firdevsî’nin Şâhnâme’sinde yer almaktadır. Nehrin doğusundaki Maveraünnehir daha Sakalardan itibaren Türklerin egemenlik bölgesi olmuştur. Türkler daha sonrasında Wu-sunlar, Akhunlar ve Göktürklerle buradaki hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Nitekim Müslüman Araplar geldiğinde Maveraünnehir’de Göktürklerin yıkılmasının akabinde varlıklarını sürdüren Türk siyasî teşekkülleri bulunuyordu. (Buhara’da Kabac Hatun ve oğlu Tuğşad, Semerkand’ta Guzek, Ihşid) İslâm kaynakları da bölgede Arap ordularına karşı direnişin Türklerden geldiği hususunda hemfikirdir. Yine ailenin ata yurdu olarak gösterilen Belh, Semerkand, Şâş şehirlerinin hepsinin de uzun süredir Türklerin hâkimiyetinde olduğu unutulmamalıdır.
Öte yandan aile ile alakalı verilen şecerelerde en çok geçen isim Behrâm Çûbîn’dir. Şâhnâme’de, Hüsrev Perviz ile yaptığı iktidar mücadelesini kaybettikten sonra bu zatın, Göktürk hükümdarı Tardu’nun yanına kaçtığı ve onun kızıyla evliliğinden doğan çocuklarının Maveraünnehir’de yayıldıkları söylenmektedir. Behrâm Çûbîn ile alakalı bir diğer önemli husus ise mensup olduğu Mihrânîlerin, Sakalara bağlı Partların, Dahae Kabilesi’nden gelmesidir. Bunların dışında ailenin atası Sâmân’ın unvanı olan hûdat ile ilgili Buhar-hûdat, Vardân-hûdat (Türk), Çağân-hûdat (Arap) unvanının dönemdeki İranlı idareciler tarafından kullanılan bir örneği yoktur. Yine kaynaklarda geçen Sâmânî Türkleri tabiri yine Sâmânîleri ifade etmek üzere kullanılan düşmanımız olan Türkler gibi söylemler onların menşeinin açıklayıcısıdır.
Ayrıca dönemin İranlı ahalisinin ağırlıkla Şafiî mezhebine mensubiyetlerine karşın Sâmânîler Hanefî olup bunu haleflerine yani İdil Bulgarlarına, Karahanlılara, Gaznelilere, Selçuklulara miras bırakmışlardır. Türklerin itikâdî mezhebi olan Mâtürîdîliğin mimarı da Sâmânî coğrafyasında Semerkand’da yetişen Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’dir (ö.944). Ayrıca Sâmânîler döneminde Türkler bölgede sadece siyasî nüfuz değil nüfus anlamında da etkinlik göstermeye başlamışlardır. Nitekim ilk satır altı Kur’an tercümesi bu dönemde Türk alimler tarafından yapılmıştır. Sâmânîlerle alakalı bugün elimizdeki en önemli kaynak durumunda olan Nerşahî’nin Târîh-i Buhara’sını dikkate alarak ailenin Belh şehrinden olduğunu kabul ettiğimizde daha farklı bir gerçek ortaya çıkmaktadır. Öyle ki İslâmiyet öncesinde Belh, Budizm’in bölgedeki en önemli merkezlerinden biri durumundaydı. Buradan hareketle ve İsmail b. Ahmed Türbesi’nin girişindeki semboller, bazı hükümdarlar adına basılan madalyonlardaki simgeler dikkate alındığında onların Mecusî değil Budist oldukları da ortaya çıkmaktadır.
Yukarıdan itibaren aktarmaya çalıştığımız kaynak verilerinin ışığında Sâmânîlerin ilk Müslüman Türk devleti oldukları açık bir gerçekliktir. Onların menşei hakkındaki farklı görüşler ise bütünüyle Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan devletler zincirini en hassas noktasında yani İslâmlaşma sürecinde koparmaya yönelik bir gayretin ürünüdür. Türkler onlar sayesinde inananı oldukları bu yeni dini kendilerinden bir unsurun elinden öğrenmek şansını yakalamışlardır. Dolayısıyla da hiçbir benlik kaybına uğramadan kendi örf ve töresinden gelen değerleri de koruyabilmişlerdir. Böylece Türk ve İslâm kelimeleri bir bütün haline gelerek aynı anlamı ifade eder olmuştur.
Sâmânîler tarih sahnesine ilk olarak Emevîler’in Horasan Valisi Esed b. Abdullah el-Kasrî zamanında çıkmışlardır. Düşmanlarına Belh şehrini kaybeden Sâmân-hûdat adı geçen valinin yanına gelmiş ve onun yardımıyla şehre tekrardan sahip olmuştur. Bunun sonrasında Vali Esed’e karşı minnetinden ötürü Müslüman olan Sâmân-hûdat oğluna da onun adını vermiştir. İslâm Devleti’nde iktidarın değiştiği ihtilal sırasında (747-750) Abbâsîlerin saflarında yer alan Sâmânî ailesi akabindeki süreçte uzun bir dönem siyaset sahnesinde görünmezler. 819 senesinde Rafi b. el-Leys isyanının bastırılmasındaki yardımları sayesinde Herat, Şaş, Fergana ve Semerkand valilikleri kendilerine verilmiştir. Zaman içinde güçlenen aile, Maveraünnehir’deki hakimiyetlerini geliştirerek nihayetinde 261/874-875’te Halife Mu’temid’in gönderdiği taklîd ile bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Sonrasında İsmail b. Ahmed zamanında (892-907) en parlak devrini yaşayan devlet yüz yılı aşkın bir süre Horasan ve Maveraünnehir’de egemen olmuştur. Nihayetinde 1005 senesinde kesin olarak yıkılmış, toprakları da Gazneliler ve Karahanlılar arasında paylaştırılmıştır.
İdarî anlamda Abbâsîleri örnek alan Sâmânîler bir hükümdarın bütün yetki ve sorumluluklarına sahip olmalarına karşın onlara saygılarından ötürü emîr (vali, kumandan) unvanıyla yetinmişlerdir. Maveraünnehir ile Horasan gibi iki zengin ve geniş coğrafyanın hâkimi durumundaki Sâmânîler eski Türk devlet geleneğindeki (ikili teşkilat) gibi bir düzenlemeye gitmişlerdir. Bu çerçevede Doğudaki Maveraünnehir’in dışında Horasan, II. Nasr döneminde kurulan Horasan Valiliği makamı tarafından yönetilmiştir. Sâmânî vezirleri İranlı bürokratlar arasından seçilirdi. Devlet ve saray teşkilatındaki diğer makamlar ise gulâm sisteminden gelen Türklerin elindeydi. Dîvânlar başkent Buhara’da Rigistan Meydanı’nda toplanmıştı.
Sâmânî Ordusu, Türklerden meydana gelen gulâm birlikleri ve eyalet askerlerinden müteşekkildi. Gönüllüler ve vassal devletler tarafından gönderilen yardımcı kuvvetler ise ordunun diğer birimlerini oluştururdu. Sâmânîler, İslâm coğrafyasının doğu sınırında yer aldıkları için gayrimüslim Türklere karşı yapılan cihat seferleri için de önemli bir konumdaydı. Devlet de her yıl akın akın bölgeye gelen gazilerin kontrolünü sağlamak için özel bir teşkilat kurmuştu.
Ülkede Müslüman çoğunluğun yanında Hıristiyanlar, Mecusîler ve Maniheistler yaşamaktaydı. Buhara, Semerkand Nisabur ve Merv şehirleri İpek Yolu’nun üzerinde yer aldıkları için sosyoekonomik bakımdan zenginleşmişlerdi. Evler taş, kerpiç ya da ağaçtan inşa edilmekte olup temiz su ve atık su sistemleri mevcuttu. Şehirler ekonomik gelişmeye paralel olarak bir takım sanatsal öğelerle de süslenirdi. Örneğin Semerkand’da şehir meydanında servi ağaçlarından oyulmuş ve birbirini kovalar şekilde duran at, deve, öküz ile bazı vahşi hayvanların ağaçtan heykelleri yer alırdı.
Devletin egemenlik sahasının dönemin üç büyük ticarî güzergâhının yani İpek Yolu, Kürk Yolu ve Baharat Yolu’nun kesişim noktasında yer alması da önemli bir ayrıntıdır. Zira ticaret aynı zamanda bir kültürleşme ve Müslümanlığın yayılması için önemli bir araç olup İdil Bulgarlarının İslamiyet ile tanışması da Sâmânîler coğrafyasından çıkıp kuzeyde faaliyet gösteren Hârizmli tüccarların eliyle gerçekleşmiştir. Bu durum doğuda bozkırda yaşayan Türkler için de geçerlidir. Ayrıca Samani paraları, İdil Bulgarları sayesinde Baltık’tan, İskandinavya’ya ve Britanya’ya kadar dolaşımda olmuştur.
İlim ve kültür olarak bakıldığında ise yine ticaretin getirdiği çok renklilik ve kültürleşme dolayısıyla büyük bir zenginlik söz konusuydu. Bu nedenden ötürü ilk medreseler Sâmânîler coğrafyasında ortaya çıktığı gibi birçok sahada batıdakinden farklı bir ekol oluşturulabilmiştir. Sadece İslam dünyası ve Ortaçağ içerisinde değil günümüze kadar gelmeyi başaran haklı bir şöhrete sahip İbn Sina, kariyerine çok genç yaşlarda Sâmânî sarayında bir hekim olarak başlamıştır. Yine daha çok batıda yaşamış olsa da felsefe konusundaki çalışmalarıyla bilinen Muallim-i Sânî Farabî’nin gençliği de Sâmânîler sahasında geçmiştir. Hepsinden de önemlisi onlar Selçuklularla kemale erecek olan Türk-İslâm Sentezi’nin de temellerini atmışlardır.