İsrail’in geçmişten günümüze içinde olduğu en büyük açmazlardan biri; tam anlamıyla terk edemedikleri dini bir türlü de içselleştirememeleri… Dine giydirdikleri ulusallık kisvesi altındaki işgal kamuflesi, siyasi ve toplumsal olarak yaşadıkları anormalite halini devam ettiriyor.
Siyonizm, yekpare bütünlük içerisinde olan bir ideolojiden ziyade içerisinde farklı katmanları, zaman zaman karşıt görüşleri barındıran kümülatif bir harekettir. Bu hususta Siyonizme dair bilhassa Türkiye içerisindeki en yaygın yanılgıların başında da bu durum gelmektedir. İsrail’in son yıllardaki İsrail politikalarından yola çıkarak Siyonizmi tamamen teolojik bir zeminde değerlendirmek, Siyonizmin geçtiği durakları ve yaşadığı dönüşümleri gözardı etmek olacaktır.
Siyonizm, başlangıç itibarıyla geleneksel Yahudi düşüncesine karşı bir ideolojidir. Geleneksel Yahudi kültürüne bir eleştiri vardır, değişim talep etmektedir ve seküler tandanslıdır. Dolayısıyla Siyonizme, ortaya çıkış sürecine referansla Yahudi dini hareketi demek mümkün değildir. Siyonizmin öncü isimlerinin hayatlarına yakından baktığımızda da bu durumu görmekteyiz.
HERZL OĞLUNU SÜNNET ETTİRMEDİ
Siyonizmin fikir babası olarak da bilinen Herzl dine mesafeliydi. Hatta Siyonist liderlerin önemli kısmı dini pratiklere ve dine olan uzaklıklarını açık şekilde ifade etmekten kaçınmıyorlardı. Herzl, oğlu Hans’ı bilerek sünnet ettirmediği gibi, Yahudilikte merkezi bir rolde olan Kudüs onun zihninde kurulacak yeni devletin adresi olmamalıydı. Kudüs’e bir seyahatinde dini atmosferi müşahede eden Herzl, atmosferi oldukça kaotik bulmuş ve rotanın diğer coğrafyalara çevrilmesi gerektiğini defterine not düşmüştü.
Herzl’ın yanısıra Siyonizm içinde önemli yer tutan liderlerden bazıları da dine karşı mesafeliydi. Revizyonist Siyonizmin öncüsü kabul edilen Jabotinsky, Siyonizmin laik bir çizgide ilerlemesi gerektiğini savunan, dini ritüellere karşı olan, Haredi topluluklar ile bu hususta karşı karşıya gelen bir isimdi. Jabotinsky’nin yazıları ve konuşmaları, laik bir devlet yapısını ve dinin devlet işlerinden ayrılmasını savunan ifadelerle doludur. “Demir Duvar” doktrinini içeren meşhur çalışmasında, Yahudi devletinin güçlü bir askeri temele dayanması gerektiğini ve bu temelin dini inançlardan bağımsız olması gerektiğini belirtmiştir. Dini kurumların siyasi ve ulusal hedeflerin önünde engel olmasını istemeyen Jabotinsky, askeri alandan hukuka, eğitimden yerleşimlere dini gerekçelerin öncelenmesine karşıydı.
Sentezci Siyonizmin öncüsü kabul edilen Waizmann da dine mesafeli olan liderlerden bir diğeridir. Bu noktada İsrail’in ilk başbakanı ve İsrail tarihinde önemli bir yer tutan Ben Gurion’a özel bir parantez açmak gerekmektedir.
İKİ FARKLI GURİON PORTRESİ
Kendisi hakkında yazılan anı çalışmalarına, bazı söylemlerine ve pratikteki kararlarına baktığımızda iki farklı Ben Gurion portresi görürüz. İki Ben Gurion profilinden birincisi modernitenin dinin ve dindarlığın kaderini belirlediğine, her ikisinin de gerilediğine ve dünyadan kaybolduğuna inanıyordu. İkinci Ben-Gurion profili, Yahudi halkı için laik ve dindar kesimler arasında tam ölçekli bir kültürel savaşın patlak vermesinden daha tehlikeli ve kendini yok edici hiçbir şeyin olmayacağının farkındaydı. Sürgünde uzun yüzyıllardır dağınık vaziyette olan Yahudi topluluklarından homojen bir ulus ortaya çıkarmanın yegane yolu, toplumu müşterek temellerde bir dinamizm içinde tutmaktı. Bu dinamizmin ortayı çıkması içinse etnik ve din temelli sorunların daha ileri tarihlere ötelenmesi gerekiyordu.
Ben Gurion, Kitab-ı Mukaddes’te yer alan savaş anlatısını ulusal kimliğin birleştirici bir miti için ideal bir temel olarak görürken, Knesset konuşmalarında üstü kapalı olarak dini görüşünü ortaya koyuyordu. Vefatının ardından hakkında yazılan anı kitapları da Ben Gurion’un kamuoyu önünde açıkça dile getirmediği düşüncelerine ve eylemlerine yer veriyordu. Hatıratlarda, Yahudi dini bayramlarından biri olan Yom Kippur’da Ben Gurion’un oruç tutmadığı ve normal çalışmalarına devam ettiği yazmaktadır. Peres, Ben Gurion’un resmi törenlerde veya dini etkinliklerde kipa takmadığını belirtmiştir. Bu durum, Ben Gurion’un laik duruşunu ve dini sembollere karşı mesafeli tutumunu gösteren bir diğer örnek olarak göze çarpmaktadır. Ben Gurion gibi İsrail siyasi geçmişine damga vuran isimlerden Moşe Şaret, Ben Zvi, Golda Meir gibi isimler de dine karşı mesafeli yaklaşımları ile bilinmektedir.
DİN: İŞGAL MEŞRULAŞTIRICI BİR ARAÇ
Belirli bir döneme kadar Siyonist liderlerin dine mesafeli oluşunun ardında bazı sebepler vardı. Modernizmin ve sekülarizmin Siyonizmin ortaya çıkışındaki etkileri, ulusallık ve milliyetçilik merkezli ilerleme fikri, din karşıtı sosyalist ve işçi hareketleri, Siyonizmin öncülüğünü yapan liderleri de etkiledi. Ancak her ne kadar bu öncüller lider kadroların dine mesafeli oluşuna sebep olsa da, karar mekanizmaları İsrail’in kurulmasının ardından uygulamalarda dini saf dışı bırakan bir eğilim göstermemişlerdir. İsrail’e göç eden Yahudiler arasında daha dindar kesimlerin sayısının artmasıyla dini partilerin ve grupların güç kazanması, İsrail siyasi sistemi gereği dini partilerin hükümet koalisyonlarında önemli roller oynamasına imkan tanıdı. Bu partiler, hükümet politikalarını etkilemek için dini konuları ön plana çıkardılar. İsrail’in “güvenlik tehdidi” söylemiyle toplumun dayanışma ve birliğini korumak için dini değerler ve sembollerin önem kazanması da teolojik bir “meşrulaştırıcı(!)” olarak siyaseten dinin merkeziyetini arttırdı.
Teo-politik retorik İsrail toplumunda da zamanla daha fazla kabul görmeye başladı. Ancak durum özünde daha fazlasını isteyen liderler için, kitlelerin desteklerini arkasına almak adına politikalardaki teoloji kılıfından fazlası değildi. Nihayetinde 1967 yılında yaşananlar teolojik bir tasdik olarak görülmeye başlandı. Kudüs’ün doğu yakası yani kutsal tapınağın yeniden inşa edilmesini hedefledikleri coğrafyayı işgal etmişlerdi. Yine kutsal kabul ettikleri Batı Şeria içindeki bazı bölgelerin ele geçirilmesi, yerleşime açılması ve burada yapılan arkeolojik çalışmalar, İsrail adına dini ilerleme bağlamında değerlendirildi. 6 Gün Savaşları ile birlikte modern toplum ve dini ögeler daha da birbirine yakınlaştırılmaya başlandı. Seçkin ulus ifadesi öne çıkarıldı, “mesihçi söylem” işgal politikalarının arka planını doldurdu. Yani, 6 Gün Savaşları Siyonist düşünce içerisinde önemli bir kırılma meydana getirdi. Kutsalın yeniden keşfi, ulus bilincini canlı tutmak için İsrail siyasetçilerine geniş bir alan açtı.
AMACA GİDEN HER YOL MÜBAH OLDU
Siyonizmin dini çehresi de zaman geçtikçe daha baskın hale geldi. Bir tarafta seküler, modern ve hukukun üstünlüğü kimliği; bir yanda dindar, güvenlikçi, Yahudi devleti kimliği... İsrail bu iki kimlik arasında bunalımlar yaşamaya başladı. Kudüs merkezli bakıldığında Vatikan’a taş çıkartacak derecede dinin politika tahakkümünün olduğu bir tablo varken, Tel Aviv’den bakıldığında seküler, LGBT bayrakları ile dolu, oldukça batılı (!) bir İsrail ortaya çıktı. Kendi içinde tezatlık görüntüsü veren bu durumun aslında izahatı mümkün. Siyonizm nevi şahsına münhasır bir milliyetçilik ortaya koyarken, klasik milliyetçiliklerden farklı olarak sürekli inşa halindeydi. Bu inşa tarihi sil baştan yazarken, kutsalı da araçsallaştırabiliyordu. Yani, geleneği değiştirirken kitlesini de ritüellere bağlı olarak kutsal etrafında bir araya getirmeyi devam ettirmek istiyordu. Esasen metodolojik olarak din ile bağdaşmayan bu inşa hali, seküler amaçlara giden yolda dini araçları kullanmayı mübah görüyordu.
İsrail’in geçmişten günümüze içinde olduğu en büyük açmazlardan biri de bu karmaşa hali. Din ne tam anlamıyla terkedilebiliyor, ne tamamen içselleştirilebiliyor. Dine giydirilen ulusallık kisvesi altındaki işgal kamuflesi, siyasi ve toplumsal olarak anormalite halini devam ettiriyor. Yüzyıllar öncesi bir kehanete dayanarak kızıl düve hadisesinde olduğu gibi tüm modern ölçüler bir kenara bırakılarak tarihsel bir mite sarılıyor olunması, bunun en güzel örnekliklerinden bir tanesi. Yahut 7 Ekim süreci başlı başına teo-politik amaçlara gidilirken İsrail için nelerin mübah görülebileceğini bizlere gösterdi. On binlerce insanın hayatını kaybetmesi sürecindeki tüm saldırılar, yine “kutsal metinler”e dayandırılarak meşru gösterilmek istendi.
İçinde yaşadığımız dönemde İsrail’i gerçek anlamda yakından tanımak istiyorsak, köktendincilik ile modernlik arasındaki sıkışmışlığın İsrail’e politik ve toplumsal anlamda olan etkilerini gözden geçirmeliyiz. Zira İsrail’in içinde olduğu teolojik girdap daha da büyüyerek devam etmekte. Modern ulus-devlet çağında çıkarları doğrultusunda teolojik gerekçelerin bu denli araçsallaştırılması, Filistin meselesinin geleceğini de yakından ilgilendirmekte.
İSRAİL TOPLUMU MARJİNALLEŞİYOR
Filistinliler, İsrail tarafından ötekileştirilip yaşam şansı tanınmayarak, teo-politik hedeflerin tam ortasında yer almaktadır. Güvenlik tehdidi, dini tahayyüller ile çok kültürlülük, modernlik arasında sıkışan İsrail, bu ikiliğin yarattığı gerilimlerde Filistinlilerin yaşam haklarının tümüyle elinden alınmasını adeta tutkal vazifesi olarak görmektedir. İsrail toplumundaki kırılma tam da bahsettiğimiz bu eksende derinleşiyor. İsrail aynı anda hem seküler hem de dindar marjinalliği yaşıyor. İki ucun yan yana ilerlemesinin mümkün olmadığını bilen İsrail, bu fay hattını tetikleyecek gelişmeleri tıpkı Ben Gurion’un yaptığı gibi ötelemeyi tercih ediyor. Ötelemenin yegane araçlarından birini de askeri ve toplumsal şiddet oluşturuyor. İsrail’in yaşadığı bu kimlik sorununun sürdürülebilir olmaması, radikalliğin boyutlarını daha da arttırıyor. Sadece son birkaç sene içinde İsrail’deki siyasi elitlerin eylemlerini ve demeçlerini arka arkaya sıraladığımızda buz dağının görünmeyen kısmında marjinalleşmenin yakın gelecekte daha da yoğunlaşacağını göreceğiz.
Siyonist liderler bu noktada “laik hahamlar” edasıyla hem bölgeyi hem de coğrafyayı daha fazla ateş çemberinin içine atıyorlar. İslam dünyası olarak bu meselenin üzerine biraz daha zihni mesai ayırmalıyız. Kehanetler, kutsal görülen metinler, mistik inançlar, kendisini modernitenin ileri karakolu olarak gören bir ülkenin işgal aparatları haline gelmiş durumda. Mücadelenin bu kısmında Siyonizmi sadece sınırlı ve yüzeysel anlam kalıplarıyla ele aldığımızda stratejik bir alanı tamamen boş bırakmış olacağız. Oysa Gazze süreci, Ortadoğu’nun ekonomik ve siyasi öneminin yanında dini ve kültürel önemini yeniden aşikar hale getirdi.