Geçtiğimiz 29 Ekim Cumhu-riyetimiz 101. yaşını doldurdu. Fiilen 23 Nisan 1920’de, Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasıyla doğmuştu Türkiye. Bu hesapla aslında 104 yaşında bir ülkeyiz. Bir ülkenin kurucu değerleri o ülke kurulurken, milletin ve devletin yol işareti olarak benimsediği değerlerdir. Kuruluş günlerine dair bilgi ve belge yönünden bir sıkıntı yaşamadığımız halde kurucu değerlerle ilgili aramızdaki bir asırlık tartışma sona ermiş değil. Milli Mücadele’den Cumhuriyet’e uzanan süreci özetleyerek bize istiklâlimizi kazandıran ve istikbalimize giden yolu çizen yol işaretlerini tekrar hatırlamak faydalı olacaktır.
Kuvâ-yı Milliye, Kurtuluş Savaşı’nın ilk kıvılcımıdır. İlk direniş Güney Cephesi’nde Dörtyol’da 19 Aralık 1918’de Fransızlara karşı başlamıştır. İkinci etkili silahlı direniş ise İzmir’in işgalinden sonra bazı subaylarımızın halkı örgütleyerek Ege Bölgesi’nde başlattığı harekettir.
Mustafa Kemal Paşa, Kuvâ-yı Milliye’yi, işgal kuvvetlerince etkisiz kılınan ordunun yerine “yurdu savunmak ve korumak temel görevinin doğrudan doğruya millet tarafından yerine getirilmesi olarak” tarif etmiştir. Resmi anlatı, Milli Mücadele’yi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışıyla başlatır. Burada bir çelişkiden ziyade, ele alma açısına bağlı bir anlatım farkı söz konusudur. Peşi sıra gerçekleşen Erzurum Kongresi’nde alınan kararların arasında en önemlileri; manda ve himayenin reddedilerek milli bağımsızlığın şartsız olarak gerçekleştirilmesi arzusu ve Misak-ı Milli (milli sınırlar) vurgusudur. Türk vatanı olan toprakların parçalanamayacağı tekrar teyit edilmiştir. Milli Mücadele, Osmanlı Devleti’nin son bağımsız Meclisi’nin bıraktığı yerden bayrağı devir almıştır.
Hem Erzurum Kongresi'nde hem de Amasya Tamimi’nde, bağımsızlığın kazanılması için milletin doğrudan sorumluluğuna atıf vardır: Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
Ülkedeki tüm Reddi İlhak ve Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin birleştirilmesine yönelik adımlar atılmıştır. Sivas Kongresi hem silahlı hem de siyasi hareketlerin birleştirilmesi, Milli Mücadele’nin yol haritasının tamamlanması ve bunları hayata getirecek Temsil Heyeti’nin teşekkül edilmesinde bir dönüm noktasıdır. Sivas Kongresi bildirisinde de milli egemenliğe olan vurgu değişmez. Bir bakıma millet, ülke idaresinin meşruiyetinin temel dayanağı haline gelir:
“Osmanlı toplumunun bütünlüğü, millî istiklalimizin sağlanması, Hilâfet ve Saltanat yüce makamının dokunulmazlığı için Kuvâ-yı Milliye’yi etkili ve millî iradeyi hâkim kılmak esastır.”
Nitekim kurucu meclisimizden çıkan ilk anayasanın ilk maddesi bunu teyit eder:
“Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.”
Sivas Kongresi’nin nihai bildirisi, Milli Mücadele’yi yürütecek idarenin tesisinde kendisine atıf yapılan milletten ne kastedildiğine açıklık getirerek başlar:
“Bu ülkede yaşayan bütün Müslüman halklar, birbirine karşılıklı hürmet ve fedakârlık duygularıyla dolu, birbirlerinin ırkî ve sosyal haklarına saygılı, yaşadıkları muhitin şartlarına tam olarak riayetkâr öz kardeştirler.”
Devam eden maddelerde daha da somutlaştırılarak; “...Hepsi aynı amaç ve maksatla millî vicdandan doğan vatansever ve millî cemiyetlerin birleşmesinden oluşan genel topluluk, ‘Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ adını almıştır. Bu cemiyet her türlü particilik akımlarından ve şahsi ihtiraslardan uzak ve arınmıştır. Bütün Müslüman vatandaşlarımız bu Cemiyet’in tabii üyeleridir.” diye ifade edilir.
Açıkça ifade edildiği üzere Müslümanlık, ülkemizin kurucu değeridir. Ülkemizdeki asıl ve azınlık toplum statüleri de din üzerinden tayin edilmiştir. Çok sonra ilan edilen laiklik ilkesi dahi bu durumu değiştirmemiştir. Hakeza İslam; devlet dini olarak, adının cumhuriyet konulmasıyla eş zamanlı olarak anayasaya eklenmiştir.
Milli Mücadele’nin başından itibaren millete öncülük eden askeri ve idari heyetler, aldıkları her kararda, attıkları her adımda temsilciler aracılığıyla millete danışmış ve onay almıştır. Fiili olarak milli iradeyi yansıtan istişari bir idari yapı kurulmuştur. Bir açıdan temsili demokrasiyi andırmaktadır.
Cumhuriyet’in ilanına itirazlar, esası üzerine değil usul kaynaklıdır. Çünkü Cumhuriyet ilanı gibi önemli bir karar; 332 mebuslu Meclis’te, aralarında muhalif hiçbir ismin olmadığı bilinen 158 kişiyle sınırlı belli bir mebus grubunun, açık oy gizli tasnif usulüyle bir gecede aldığı kararla gerçekleşmiştir. Bu, Milli Mücadele boyunca izlenen istişare ruhuna terstir. Oturuma katılamayan veyahut katılması istenmediği için haber verilmeyen mebuslar arasında cumhuriyet ilanına karşı çıkmayacak çok sayıda mebus vardı aslında. Cumhuriyet, temsili demokrasi veya milli egemenlik fikrine karşı ya da yabancı değillerdi.
O gece cumhurbaşkanı seçimi ve yetkilerinin olağanüstü artırılması gibi siyasi kararlar da alındığı için böyle bir yola başvurulmuş haliyle bu da milletin bir kısmının alınan kararlardan ve Cumhuriyet’ten kuşku duymasına yol açmıştır. Halbuki anayasal değişiklikler konusunda dünyada ve bizde genel kabul görmüş ölçüt, meclis toplamının 3’te 2 çoğunluğunun onay vermesidir.
Büyük Millet Meclisi’nde kurulan ilk siyasi parti, Halk Fıkrası'dır; bugün bildiğimiz adıyla Cumhuriyet Halk Partisi. Uzun bir zamandır okullarımızda çocuklarımıza kurucu değerler olarak CHP’nin ambleminde yer alan altı ilkeyi belletiyoruz. Oysa, yalnızca CHP’den müteşekkil bir Meclis’in 1937’de gerçekleştirdiği bir değişiklikle anayasamıza girmiş mefhumlardır bunlar. Meclisimizin kurulmasından 17, Cumhuriyetimizin ilanından tam 14 yıl sonra...
Altı ok, o gün ülkeyi yönetenlerin etkisinde olduğu ideolojik bakış açısını yansıtır; kurucu değer olarak nitelemek uygun olmaz. Bunu anlamak için, kurucu Meclisimizin oy birliğe ile kabul ettiği İstiklal Marşı’na bakmak yeterlidir:
“Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!”