Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Günlükleri’nden öğrendiğimiz ve dilimize pelesenk olan bir cümle var: “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânını vermiyor.” Bu cümleyi o kadar çok sevdik ki her fasılda ve koşulda hatırladık.
Her memlekette yaşanan kötü olaylar, infial yaratan vahim durumlar, krizler, yozlaşmalar ve gerilimler vardır. Zannediyoruz ki bu güzelim coğrafyanın makus talihi cehalet, acı ve şiddet tohumlarının saçtığı kötülükten başkası olmayacak. Zannediyoruz ki bu kötülükler yalnız Türkiye’ye has. Zannediyoruz ki buradan çıkış yok. İnsanlık ailesinin hikâyesi her yerde aynı. Her kötülükten azade, ferah ve insanların çok mutlu olduğu bir yer yok. Öyleyse nereden çıkıyor başka yerler özentisi, başka yerlerin bizden çok daha iyi olduğu fikri? Kesinlikle insanın kendi zenginliklerini, kültürünü, aidiyetlerini tanımayışından, kendine ait olanı merak etmeyişinden, ona özenli ve farklı bir nazarla, dikkatle bakmayışından.
Tanpınar Türkiye cümlesini, suya sabuna dokunmayan entelektüel bir zaviyeden değil, bizzat mücadele etmiş bir kalemin şahitliği olarak yazmıştır. Kendi bireysel hayatının izdüşümünden ziyade bu ülke insanının yaşamak için verdiği mücadeleyi yakinen gözlemleyerek yazmıştır. Türkiye’nin iklimini, koşullarını, doğusunu ve batısını, etnisitesini ve coğrafi şartlarını bilerek, tüm bunlara hakim olarak yazmıştır. Tanpınar, ülkesini hiç tanımayanların, ülkesi için emek vermeyenlerin ve ülkesini beğenmeyenlerin bu cümleyi bu kadar sık kullandığına şahit olsaydı, acaba ne düşünürdü?
Yine Tanpınar, neden kısır kaldığımızı sorgularken ırk, dil ve cemiyet üçlüsüne dikkat çeker, en önemli sebebin dil olduğuna kanaat getirir. Çünkü bizi kısırlaştıran ne ırksal sebepler ne de diğer koşullardır, esas sebep dil bahsidir. Kaç kelimeyle düşünüp tartıştığımız, nasıl bir dağarcıkla anlamaya çalıştığımızdır. İnsan dilini geliştirmeyince ötekine kapalı, kendinden bîhaber, meramını dile getiremeyen biri olur ve derinliği olanı da anlamaz. Tanpınar’ın deyimiyle Türkiye bir “kan halîtası”dır. Yani Türkiye, safkan bir ırkın yaşadığı bir coğrafya değil, birçok ırkın kan bağı kurarak bir arada yaşadığı bir coğrafyadır. Türkiye öyle kolay hülasa edilemez. Bingöl, Hakkari, Diyarbakır, Urfa ne kadar Türkiye’yse İstanbul, Bursa, Ankara, İzmir de o kadar Türkiye’dir. Türkiye’nin dili yeryüzündeki en zengin dildir. Yerel ve etnik renkleriyle bu kadar ahenk oluşturan başka bir memleket var mıdır?
Sezai Karakoç, bir demecinde bu gerçeği şu sözlerle ifade eder:
“Ne kadar dil varsa hepsi benimdir. Benim dilim sadece ana dilim olan Türkçe değildir, Arapça da benim dilimdir, Farsça da benim dilimdir, Kürtçe de bizim dilimizdir, Arnavutça da bizim dilimizdir. Hepsi benim dilimdir. Ben tek dilli değilim, çok dilliyim. Ana dilimi soruyorsanız diyelim Türkçe ama çok dil biliyorum ben, bu övünülecek bir şeydir. Benim milletimin çok dili var, çok iklimi var. Benim ülkemin çok ırklı bir yapısı var ancak benim ülkem tektir.”
Karakoç’un bu sözleri, Türkiye’nin etnik ve stratejik konumunun nihai özeti gibidir. Türkiye’nin bu yüksek ve özgün ruhuna zincir vurulması, onu kendi içinde barındırdığı etnik gruplarıyla bölme ve parçalama çabaları beyhudedir. Özellikle de bu topraklarda bin yıldır beraber yaşadığımız Kürtlerle birbirimizi hançerlememiz, birbirimize düşmemiz asla söz konusu olamaz. Tüm bunlar, yüzyıllardır sinsilikle yürütülen en büyük işgal projeleridir.
Etnik çeşitliliğe sahip her ülkenin birliğine kast eden ulus devlet modelidir. Ulus devlet, etnisiteyi reddeder, farklılıkları gövdesinde barındırmak istemez. Hüsamettin Arslan “Ulus devlet ve parlamenter sistem Türkiye’nin Türk, Kürt ve diğer halkların çocuklarının kafalarını iğdiş etmiş ve onları politik hödüklere dönüştürmüştür” der. Kendi içinde birbirine düşen bir ülkenin huzur bulması, iç ve dış güvenliğini, toplumsal barışını sağlaması mümkün olmaz.
Bize hep politika ve siyasetten uzak durmamız gerektiği salık verilir. Dört bir yanımızı çevreleyen ve yaşama biçimimizi etkileyen iki ana unsurdan uzak durmamız mümkün olmadığı gibi siyasetten uzak durmak, bu konularda akıl yürütmemek kendi ülkemizin iç meselelerine de bakmadığımız anlamına gelir. Doğru olansa siyasetten değil, provokasyona gelmekten, fanatizmden ve aşırı politize olmaktan uzak durmaktır. Siyasetin kendisi üzerine düşünmek ya da politik bir tavır ortaya koymak yanlış değil, bilakis elzemdir. Ayrıca siyaseten ne olup bittiğine bakmak, ülkede hangi rüzgârların estiğini yoklamak güncelde kaybolmak değil, günceli anlamak ve yarınlar hakkında fikir sahibi olmaktır. Avrupa kimliğini sahiplenen bir İngiliz, Alman, Fransız küçük yaşlardan itibaren politik bir bilinçle yetişirken bizim apolitik olmamız, ülkemizin ve dünyanın gidişatından bîhaber kalmamız düşünülemez. Siyaset şiddet, kin, kutuplaşma ve nefret sarmalından çıkarılarak medenî ölçüler içerisinde konuşulmalıdır. Bu anlayışı yerleştirebilirsek düşünce ufkumuz açılacak, önümüzde çözümsüz gibi görünen sorunlar da hâl yoluna girecektir.
Bugün geldiğimiz noktada bütün bir dünya sisteminin ve Orta Doğu’nun dizaynının Filistin soykırımı üzerinden gerçekleştirilmek istendiğini açıkça görmekteyiz. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de yaşayan Kürtler, bölgeye işgal ve sömürüden başka bir şey getirmeyen Amerika ve İsrail ekseninin, kirli oyununun paravanı ve piyonu olmayı reddetmelidir. Demokrasi ve özgürlük vaadiyle Irak ve Suriye’ye kan ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen Amerika’nın oyununu bozmak, kendi onuruna, şerefine sahip çıkmanın olmazsa olmaz şartıdır. Türkiye’nin de savaşa çekilmek istendiğine, üstelik etnik gruplarının tahrik edildiğine, medya organlarıyla sürekli ve kasıtlı olarak yabancı düşmanlığının yapıldığına neredeyse her gün tanıklık etmekteyiz. Türkiye’de Türk-Kürt karşıtlığını, Suriye ve Irak’ta Arap-Kürt karşıtlığını, İran’da Farisi-Kürt karşıtlığını tahrik eden sayısız provokasyon sahnelenmektedir. Bu tür provokatif haberler özellikle bu süreçte millet dayanışmamıza, toplumsal psikolojimize saldıran girişimlerdir.
Küresel medya organlarında sistematik olarak Türklerin Kürtlere soykırım uyguladığı, Türkiye’de büyük bir katliam olduğu haberleri geçilmektedir. Türkiye’nin terörle mücadelesini, dünyaya sivil katliamı olarak yansıtan medya şebekelerinin siyonist ajandayla hareket ettikleri açıktır. Akif Emre’nin seneler önce yapmı olduğu şu yorum halen gerçekliğini muhafaza ediyor:
“Güncele geldiğimizde artık şu açık biçimde ortaya çıkmıştır; Amerika’nın kurmak istediği yeni Orta Doğu dengesi Kürt kartı üzerinden gerçekleştirilmek isteniyor. Bir kez daha bölge dışı güçler emperyal amaçlarını ‘köle bir halkı özgürleştirmek’ üzere kullanacak demektir. Burada şu sorular sorulabilir. Amerika ya da başka bir güç bölgesel hesapları adına Kürt ya da başka bir etnik, sekter kartı oynarken buna zemin hazırlayan hiç mi gerekçe yok? Bölgedeki aktörler kendi sorunlarını çözebilseler, hakkaniyet ve adaletli bir yönetim gerçekleştirebilselerdi zaten istismara açık bir müdahaleye imkan kalmayacaktı. Birinci Dünya Savaşı’ndan beri uygulamaya konan siyasalar bu imkanı vermek üzere kurgulanmıştı zaten. Kendi sorunlarını çözemeyenler başkalarının müdahalesine açık hale gelirler.”
Akif Emre gerçek Kürtlerle ilgisi olmayanlara “ABD’nin Kürtleri” demişti. Hüsamettin Arslan da gerçek Kürtler ve projelendirilen Kürtler ayrımı yapar. Çünkü PKK ve onun uzantıları, gerçek Kürtlere muhalefet olmaktan doğmuştur. PKK'ya hizmet edenler Amerika, Almanya, Fransa, İngiltere kapılarında Türkiye karşıtlığı yaparak küreselcilerin desteğini toplarken Türkiye Cumhuriyeti Devletine de ne kadar karşı olduklarını gösterirler. Yurt dışındaki eylemler ya da Türkiye’deki eylemlerde Kürtler ve LGBT bayrakları niçin yan yanadır? Şimdilerde Almanya sokaklarında Kürt olduklarını söyleyenler niçin soykırımcı İsrail’le dayanışma eylemi düzenlemektedir? PKK’nın bütün maksadı, Kürtleri Müslüman kimliğinden uzaklaştırmak, onları Türklere düşman etmektir. Hüsamettin Arslan’ın o muhteşem sözleri, Türk ve Kürt düşmanlığının olmadığının, PKK ve işbirlikçilerinin Kürt diye bir derdinin olmadığının apaçık beyanıdır:
“Kürt halklarının Türkiyelileşmeye ihtiyacı yok; onlar zaten Türkiyeli! Meseleye neden böyle bakıyorum? Basit. Dostyoyevskyvari bir tavırla, ben Allah’a ve Türkiye’ye inanıyorum. Kürtlersiz bir Türkiye olamayacağına inanıyorum. Diyarbakır’ın ve Hakkari’nin de hatta biraz abartarak İran ve Suriye Kürdistanı’nın da Türkiye olduğuna inanıyorum. İşte bu yüzden, Türkiye’nin Batılı egemen güçlerin ziyafet sofrası olmaması gerektiğine inanıyorum. Ülkeler ve halkları satılık değildir!”
Şu sözleri okuyup da tüyleri diken diken olmayan Türk ya da Kürt var mıdır, sanmıyorum. Varsa bu ülkenin öz evladı değildir…
Terör örgütü PKK’nın elebaşı Duran Kalkan, Türkiye’nin her bakımdan kalkınmasında önemli rol oynayacak olan, yeni İpek Yolu olarak nitelendirilen “Kalkınma Yolu Projesi”ne bu bir savaş projesidir, her türlü savaşı çıkarırız” dedi. Akabinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “İsrail Lübnan’dan sonra gözünü Türkiye’ye dikecektir” sözü üzerine de “Dananın kuyruğu Kıbrıs’ta kopacak. Bu savaşın merkezi Türkiye’dir. Yeni bir Orta Doğu şekillendirilmek isteniyor. Türkiye bunun dışındadır. Dolayısıyla bu Türkiye değiştirilecek. İçinde yer aldığı sisteme en karşıt konumda olan, sistemle en çok çelişen, Üçüncü Dünya savaşının bir tarafı olan Türkiye’dir. Sıra Kıbrıs’a gelecek, Türkiye sınırına gelecek. Savaş Türkiye’de yoğunlaşacak. Ne yapacak TC Devleti? Ya uşak olacak, teslim olacak, uydu hâline gelecek, her şeyini kaybedecek. Kafa tutmaya kalkarsa parçalanacak.” İşte bu sözler üzerine Meclis’te söz konusu partiye el uzatıldı. Bu sözler üzerine Meclis kürsüsünden Kürtlere tek vatan, tek toprak, tek devlet vurgusuyla kardeşlik mesajı verildi, birlikte dış dayatmalara kapalı ve bin yıllık kardeşliği daha da güçlendirme çağrısı yapıldı. Bu çağrı toplumda heyecan uyandırırken sabotajcı ve suikastçılar de süreci baltalamak için devreye girdi. Bizi alakadar eden tartışmaların yöntemi ve hangi terminolojiyle konuşulduğudur. Siyasetin aklıselim katkılara muhtaç olduğu aşikardır.
Bu ülkenin bertaraf edilmesi gereken sorunu ırkçılık ve terör örgütü PKK’dır. PKK’nın ailelerinden kopardığı evlatlar için Diyarbakır Anneleri, senelerdir gözyaşı döküyor. En küçük bir kadın meselesinden ayaklanan Kadın, Yaşam, Özgürlük diye bağıran Jin, Jiyan, Azadîciler Diyarbakır annelerini asla görmüyor. Türkiye’de oluşması gereken siyasî irade, her provokasyonu boşa çıkararak kardeşliğimizi, birliğimizi, dayanışmamızı büyütmek ve sorunlarımızı medenîce konuşarak çözmektir.
Çözebilecek irademiz, aklımız, inancımız vardır. Yeter ki zehir saçanlara değil, kalbiyle, aklıyla, vicdanıyla birlik ve beraberliğimizi büyüten insanlara kulak verelim. Yeter ki yolumuza çıkan her türlü sabotajı hükümsüzleştirecek bir iradeyle ebedi kardeşlik bilincimizden vazgeçmeyelim.