lBir toplum, iç içe geçmiş nice halkadan oluşur; bireylerin ruhlarında yeşeren her inanç, her korku, her umut bir zincirin parçasıdır. Günümüzde ise bu halkaların giderek zayıfladığını, paslandığını ve yer yer kabuk tuttuğunu görüyoruz. Toplumsal dokunun incelmesi, en küçük parçalarda, yani bireylerin kalplerinde ve zihinlerinde başlayan bir çözülmenin yansımasıdır.
Eski zamanlarda, toplumun ruhuna sirayet etmiş manevi değerlere duyulan güçlü inanç, adeta kök salmış bir çınar gibi sağlam tutardı insanları. Kötü bir söz söylemekten, başkasına zarar vermekten sakınmak; bu sakınmanın arkasında hem bir manevi sorumluluk hem de bir vicdan muhasebesi yatardı. Oysa günümüzde, sekülerleşmenin getirdiği boşlukta, manevi değerlere duyulan inanç yerini bilinmeyen bir kayıtsızlığa, boş vermişliğe bırakmış gibi.
Şehirler… O eski sıcak mahalle kültürü, komşuluk bağları, bir tas çorbayla paylaşılan dertler ne kadar da uzak artık. Şehirleşmenin hızlanması, binaların göğe yükselmesiyle beraber, insanlar da birbirlerinden uzaklaştı. Şehirlerde örülen duvarlar sanki gönüllerde de bir mesafe yarattı. Komşusunun derdiyle dertlenen, komşusu açken tok yatılamayan bir yerden komşusunun ismini bile bilmeyen bir yere geldi süreç. Bir zamanlar sokaklarda yankılanan çocuk kahkahaları, dedikoduların, sohbetlerin yapıldığı kapı önü sohbetleri yerini sessiz beton yığınlarına bıraktı. Artık insanlar yalnızca dört duvar arasında değil, koca bir şehirde de yapayalnız.
Toplumun bireyleri birbirinden kopuşunun etkilerini yalnızca bu anlık yalnızlıkla sınırlı düşünmemeliyiz. Yalnızlaşan bireylerin içsel dünyalarında kopan fırtınalar, toplumun geleceğini de belirsiz kılıyor. İnsanlar giderek kendilerini soyutlayıp dijital kimliklerinin ardına gizlenirken, gerçek iletişimden uzaklaşmanın, manevi değerlerini kaybetmenin bedelini uzun vadede ruhsal çöküntü ve ahlaki erozyonla öder hale geldik. Bu yalnızlaşma süreci, sadece bireysel acılar değil, toplumsal dokuda kalıcı yaralar açıyor. Zamanla insanlar, sevdiklerine yabancılaşıyor, ortak hedef ve hayallerin yerini bireysel çıkarlara dayalı yüzeysel ilişkiler alıyor. Böylesi bir toplumda, dayanışmanın, merhametin ve aidiyet duygusunun körelmesi kaçınılmaz oluyor. Her birey, bir diğerinin acısını hissetmekten uzaklaştıkça, toplumsal bağlar yerini kırılgan bir kabukla örtüyor ve o kabuğun altında adeta bir yalnızlar toplumunun sessiz çığlıkları yankılanıyor. Ancak bu çığlıklar, yalnızca bireylerin değil, kolektif bir kimliğin, bir kültürün de zayıflaması anlamına geliyor. Toplumdaki bireyler birbirine dokunmadıkça, yalnızca kişisel tatminler peşinde koştukça, en köklü değerler bile yitip gitmeye mahkûm kalıyor.
Bunların sonucunda, toplumsal değerler adeta bir dantelin ilmek ilmek çözülmesi gibi kayboluyor. Bireyler kendilerine dönüyor, başkalarının hayatları, sorunları, acıları bir gölge gibi silikleşiyor. Kendi çıkarlarının peşinde koşan bireyler toplumu da giderek daraltıyor, çürütüyor. Sevgi, saygı, yardımlaşma gibi bir zamanlar kök salmış kavramlar, artık yerini bencilce güdülere, anlık tatminlere bırakıyor.
Ama hala bir umut var… Bu çözülmeyi durdurmak, bir zamanlar yitirdiğimiz değerlere yeniden dönmekle mümkün. Her bir bireyin, kendi vicdanıyla hesaplaşması, kendi ruhunun derinliklerinde bir mum yakması gerekiyor. Değerlerinin peşinde, vicdanının kılavuzluğunda yol bulması, toplumu da tekrar güçlü kılacaktır. Şehirleri yeniden mahalleler gibi hissetmek, komşuluk bağlarını yeniden güçlendirmek…
Eğer bu çözülmeyi bir kelebek etkisi gibi görürsek, bireyin ruhundaki her değişimin toplumu nasıl etkileyebileceğini fark ederiz. Toplum bireylerin aynasıysa, o aynada parlayan birer ışık olmak, toplumsal yozlaşmanın önüne geçebilir. Unutmayalım ki, toplum daima bir zincirden ibarettir; o zincir, bireylerin kalplerindeki değerlerle, kaybettikleri inançlarla, yeniden buldukları umutlarla birleşip anlam kazanır. Ve işte, bu halkalar tekrar sağlamlaştıkça, yozlaşma sona erecek ve toplum kendi öz değerleriyle yeniden bütünleşecektir.