
Ve Sultanahmet… Belgesel olmaya layık bir manzara… Bütün İstanbul orada. Merak ettiğim ilk konu mahya. Sultanahmet Camii’nin minarelerini ve geniş meydanı aydınlatıyor.
Müslüman İstanbul’a Mahsus Bir Gelenek MAHYA, Dergâh Yayınları’nın yeni başlayan renkli resimli prestij kitap serisinden Ramazan’ın son haftasında kisve-i tab’a bürünen eser sahasında önemli bir boşluğu aydınlatıyor. Kardeşim İsmail’in 28 Ramazan 1437/3 Temmuz 2016 tarihinde imzalayıp gönderdiği eseri, torunlarım Merve ve Begüm ile İstanbul’dan Bursa’ya gelinceye kadar okudum. Şimdi o bir günün hikâyesini anlatacağım:
28 Ramazan 1437 gününün sahur vaktinde Diyanet TV’nin Ayasofya Cami/müzesinde gerçekleştirdiği canlı sohbet programına katılmak üzere akşam saatlerinde Esenler’den Sultanahmet Meydanı’na gittim. Tam bir şehrayin, tam bir donanma… Yeni tabirle şenlik... Binlerce insan iftarlıklarını almış gelmiş... Kimisi çimler üzerine uzanmış, kimisi Nihat Hatiboğlu’nun iftar programı için ayrılan yerde yer tutmak için telaşlanmış, kimisi de iftar topu patlamadan evine yetişmenin telaşına düşmüş. Tarihi sütunlarla Türk İslam Eserleri Müzesi arasında kurulan minyatür dükkânlarda ise alışveriş canlılığı… Bendeniz ise nostalji peşindeyim. Yâd-ı mazi… Bu şehirde Ramazan ve mahya ile ilk defa 1965 yılında tanıştım. Şimdi eski günleri yâd etmek için yollara düşüyorum. Bursa’dan otobüsle, Osmangazi Köprüsü’nden geçerek otogara ulaştım. Esenler’den Aksaray’a geldim ve yürümeye başladım. Önce Murat Paşa Camii’nde Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi’ye selam verdim. Muhtefi dostları hatırladım. Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Vâlide Sultan’a dua ettikten sonra Laleli Camii’nin bahçesinde hesap gününü bekleyen Sultan III. Mustafa ve III. Selim Han’a selam verdim. Caddenin karşısında yer alan Râgıp Paşa Kütüphanesi’nin kapı üzerinde yer alan muhteşem hattı okudum: “Fîhâ kütübün kayyime.” Son kelimenin istikamet ile ilgili olduğunu öğrenmiştim. Yıllar önce bu hattın fotoğrafını çerçeveletip köydeki kütüphanemize asmıştım. Turist ve döviz telaşı ile yorgun düşen Laleli’yi adımlarken Çantay Kitabevi’nin tabelasını da hatırladım. Ve Edebiyat Fakültesi. Bu kapıdan ilk defa imam hatip talebesi iken Muhammed Hamidullah’ı dinlemek için içeri girdim. Her yıl üç ay İstanbul’u teşrif ediyor ve bu çatı altında bulunan İslâm Tetkikleri Enstitüsü’nde dersler veriyordu. Bize uygun olan saatlerde dinler tarihi anlatıyordu. Asistanlar Salih Tuğ veya Yusuf Ziya Kavakçı tercüme ediyordu. Söylediklerinden fazla bir şey anlamıyordum. Fakat cemalini seyretmek, sesini duymak, mimiklerini takip etmekten derin bir haz duyduğumu hatırlıyorum. Bir defasında dinleyiciler arasında Nureddin Topçu da vardı. O günü; “mecmaalbahreyn”i hiç unutamıyorum. Fakülteden çıkalım karşı tarafa Yakup Ağa Camii’ne gidelim. Orada İstanbul İmam Hatip Okulu öğretmeni Emin Işık cuma günleri vaaz eder, hutbe okur. Daha da önemlisi hocası Nureddin Topçu da cuma namazlarını orada kılar. İstanbul İmam Hatip okulunda öğretmenim olan ve bendenizi Hareket camiası ile tanıştıran Emin Işık, hutbelerini büyük dosya kağıtlarına yazar bazen çarşamba perşembe günkü derslerde –hali müsaitse- bizlere okurdu. Doğrusu Yakup Ağa Camii’ne hatibi değil Topçu’yu görmeye gidiyordum. Her cuma sevgiliyi görmek ne güzel. O seni tanımıyorsa da onunla aynı safta olmak ne hoş… Sonra tanıştık. Sonra daha güzel bir şey oldu. Aynı dergide yazılarımız yayınlandı. Emin Işık Hocamın o camide okuduğu hutbelerin bir kısmı Hareket’te makale olarak yayınlandı ve Devleti Kuran İrade isimli ilk eserinde yer aldı.
Kitapevleri iftarları, ikramları ve sohbetleri
Yakup Ağa camiinden ayrılma vakti geldi. “Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde/Sen nerdesin ey sevgili, yaz günleri nerde.” Beyaz Saray kelimeleri bana hiçbir zaman ABD’yi hatırlatmadı. Beyazıt’ta büyük bir iş hanının bodrum katındaki kitabevlerini hatırlattı. Arapça, Farsça, Türkçe kitaplar. Özellikle Enderun Kitabevini ve ikramlarını, iftarlarını, sohbetlerini… Ali İhsan Yurt’tan Nejat Göyünç’e Mehmet Şevket Eygi’den İsmail Erünsal’a, Ali Birinci’den Abdullah Uçman’a. Kitap seven herkesin cumartesi klasiği… Beyazıt Camii ile ilgili hatıralarımız daha farklı. Diğer mekânlar manevi gıdalarımızı ikmal ederken bu cami bize her zaman cep harçlıklarını hatırlatır. Çünkü camiin ikinci imamı Hafız İsmail Atay (Sarı İmam) benim İstanbul İmam Hatip okuluna naklimi gerçekleştiren kişidir, hemşehrimdir ve velinimetimdir. Her gidişimizde mutlaka bir harçlık verirlerdi. Şayet birinci imam Şeyhulkurra Abdurrahman Gürses Hocaefendi nöbetçi ise bu sefer Kur’an ziyafeti ile doyardık. Bu harçlıkların Ramazan aylarında daha bir bereketli olduğunu tahmin etmek zor değildir. Önceleri rakibim yoktu. Sonraki yıllarda Bayraktar Bayraklı, Mustafa Sipahioğlu derken İsmail Kara geldi.
Sahaflar Çarşısı... Kimler geldi kimler geçti... Kitap kokusuna aşık insanlar, gubâr-ı mübarekeyi bereket bilenler... Servetlerini kitaplara yatıranlar... Kitaplarla yatıp kalkanlar… Sahaflar Çarşısı’ndan hatırladığım en meşhur şahsiyet şüphesiz Muzaffer Ozak’tır. Cerrahi şeyhi. O zaman tarikat kelimelerini kullanmak bugünkü kadar sıradan bir iş değildi. Ona “Sahaflar şeyhi” demek daha kolaydı. Onun kitap dükkânı, kitap ve hatlarla süslenmiş bir müze gibi idi. Masada oturan zatın mehabeti bazen içeri girmenize mani olur. Kırmızı yanaklı kalın sesli şişman bir zât... Sohbet halkası dükkân dışında kurulmuşsa işiniz daha kolay. Onun hutbelerini Kapalı Çarşı’nın içindeki küçük bir camide dinleme imkânımız da oldu. Karamustafapaşa Külliyesi ise 1925 ten sonra Ken’an Rifâî’nin sohbet halkasından feyz alanların mekânı. Nihat Sami Banarlı’yı Ekrem Hakkı Ayverdi’yi, Samiha Ayverdi’yi orada gördüm ve dinledim. İstanbul Enstitüsü de burada Yahya Kemal Enstitüsü de... Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osmanlı mimarisine yaptığı hizmeti öğrencilerime anlatırken her zaman şu ifadeyi kullandım, “Bazen devletin yapamadığını bir insan tek başına yapabilir. İşte örneği Ekrem Hakkı Ayverdi. Bursa’da ise müze konusunda Esat Uluumay.”
Küçük mekânlarda büyük gönüller tanıdım
Tam elli yıl önce 1966’da dedelerinin yanına gelip yüzünü yere koyan Mehmet Fuat Köprülü de Fatiha bekliyor. Onun eserlerini kullanmadan kültür ve medeniyetimizin tarihini yazmak mümkün değildir. Divan yolu… Sultan II. Murat, Sultan II. Abdulhamid Han ve diğer devlet erkanı. Ziya Gökalp de orada. Bu hazirenin en dikkat çekici misafiri ise Şeyh Bedreddin. 600 sene önce Serez’de defnedilen bu alim ve arifi 1924 mübadelesinde hemşehrileri yâdellerde bırakmamış, toprağını sırtladıkları gibi Dersaadet’e taşımışlardır. Ersoy Han… 1966’da tanıştığım Hareket camiası… Derginin bürosu önce Sultanahmet Camii bahçesine bitişik ahşap bir binada idi. Sonra bu hanın küçük bir odasına taşındı. O küçük mekânda büyük gönüllerle tanışma imkânı buldum. Nureddin Topçu’nun cemalini seyretmek nasib oldu. Derslerin en büyüğü ise hasbilik, mahviyet ve hizmet… Onun eserlerinin vefatından kırk yıl sonra daha çok aranmaya başlanmasının sebebini arayanlar bu kelimelerin ruhuna nüfûz etmelidir bendenize göre. Ve Sultanahmet… Belgesel olmaya layık bir manzara… Bütün İstanbul orada. Merak ettiğim ilk konu mahya. Sultanahmet Camii’nin minarelerini ve geniş meydanı aydınlatıyor. Daha önce karar vermiş ve ilgililere iletmiştim. İftarı sokakta bir simit ile açacak ve teravihi bu muhteşem mabette kılacak, gece 1’de yanındaki mübarek mabede, Ayasofya’ya geçecektim. Öyle oldu. Teravih, teravih gibi kılındı. Hızdan haz almayan, çağın bulaşıcı hastalığına yakalanmayan bu meslektaşı tebrik etmek lazım. Geçen sene Suriye’den gelen bir avukattan duydum: “Bursa’da bir camide teravih kıldım. İmam herhalde Zebur’dan ayetler okuyordu. Hiç bir şey anlamadım.” Namaz sonrası Elveda ilahileri…
Elveda mahyaları ve bir kitap
…Derken 03.30’da ezan okunmaya başladığında minarelerdeki “ELVEDA” mahyasının hayaliyle meşguldü hafızam. Birkaç saat sonra İsmail’in imzalı kitabı yeğenim Ali Kara vasıtasıyla Kızım Tuba’nın Bağlarbaşı’ndaki evinde elime ulaştı: Müslüman İstanbul’a Mahsus Bir Gelenek MAHYA. Kapağında Ara Güler’in dillere destan fotoğraflarından biri. Süleymaniye Camii’nde mahya: ELVEDA. Şimdi mahyanın aydınlığı için on bir ay beklemek gerekecek. Bu belli. İsmail Kara’nın kitabında Bursa Ulucami’nin mahyalı fotoğrafını görmek için ise kaç ay beklemek gerekecek?