
Birinci Dünya Savaşı, etkileri küresel ölçekte hissedilse de aslında Avrupa’nın kendi iç savaşıydı. O zamana dek kendisini dünyanın fabrikası, bankası ve öğretmeni olarak gören Avrupa, bu savaşla birlikte ayrıcalıklarını yitirmeye başladı. Napolyon savaşları döneminde bile çatışmalar yalnızca Avrupa’yla sınırlıydı. 1813-1815 arasında tüm Avrupa, Fransa’ya karşı birleşmişti. Ancak 1914’te, ilk kez dünyanın belli başlı güçleri aynı anda savaşın içine çekildi. Herbert George Wells 1914 yılında şöyle demişti: “20. yüzyıl arifesinde savaşın hızla olanaksızlaştığı kadar apaçık başka bir şey yok.” İngiliz Brailford ise 1914 temmuz ayında “Artık Avrupa’da Balkanlar, belki de Rus imparatorluğuyla Avusturya imparatorluğuna yakın yöreler dışında fetihler çağı kapandı. Şurası kesin ki ulusal devletlerimizin sınırları artık istikrara kavuştu.”
EN SON SAVAŞ HANGİ “SAVAŞ” OLACAK?
19. yüzyıldaki savaşlar, tarım toplumları arasında kısa ve sınırlı çatışmalar olarak yaşanmıştı. Ekonomiler bu savaşlardan fazla etkilenmemişti. Oysa 1914-1918 arasında sahneye çıkan sanayi ve ticaret devletleri, üretim güçlerini tamamen silahlanmaya adadı. Sanayi çağının tüm imkânları, savaşa aktarıldı. 1917’de Bolşevik Devrimi sonrası Lenin durumu şöyle özetliyordu: “Sovyetler Birliği, dünya sermayesinin kuşattığı bir kaledir. Bir halkı savaş için seferber etmek bizim hakkımız ve görevimizdir.” Birinci Dünya Savaşının patlamasıyla bütün bu düşünceler de yalanlanmış oldu. Daha sonraki gelişmeler de 1914-1918’de insanların birbirini boğazlamasına, “en son savaş bu” diye tepki verenlerin ümitlerini yerle bir etti. 18. yüzyılda devletler arasındaki ticari ilişkiler geliştiğinde ticaret yoluyla barışı zorla kabul ettirerek, savaşın ortadan kaldırılacağını sanıldı. Devletlerin ekonomik açıdan birbirine bağımlı olmaları nedeniyle savaşa engel olunacaktı. Gerçekten de bir ülkenin güçlü ticari ilişkilere sahip olduğu bir ülkeyle savaşması bir ölçüde ülkenin kendi kendisiyle savaşması anlamına gelir. Fakat Birinci Dünya savaşı bu kuramı boşa çıkardı.
1929 ekonomik buhranı, siyasi ve mali felaketleri tetikledi. 1930’lardan itibaren Japonya, İtalya ve Almanya artan nüfus baskısıyla yeni fetihlerin peşine düştü. Tarih tekerrür ediyordu. ABD’nin iç savaşla yaşadığı kriz, 1864-1871 arasında Almanya’nın Bismarck savaşlarında tekrarlandı. Her iki olayda da siyasal birleşmeler ya tamamlandı ya da savaşlarla şekillendi. Teknolojik üstünlüğü olan taraf zaferi kazandı ve bunu büyük endüstriyel gelişmeler takip etti. Böylece ABD ve Almanya, İngiltere’nin sanayi rakipleri haline geldi.
İKİ DENİZİ VE İKİ DÜNYAYI AÇAN TEK ANAHTAR: TÜRK BOĞAZI
İmparator Babür, dünyayı bir merkezden birleştirme hayali kuran Timur’un torunuydu. Babür’ün yaşadığı dönemde (1483-1530), Kolomb Amerika’ya ulaşmış, Vasco da Gama Hindistan yolunu keşfetmişti. Babür, Hindistan’a denizden ulaşımdan yirmi yıl sonra Fergana Prensliği’ni ele geçirdi. Osmanlılardan ilham almış, onları “Rum ilinin gazileri” olarak yüceltmişti. İstanbul’un fethiyle İslam’ın sınırlarını genişleten Osmanlılar, Babür için cesaretin ve başarının simgesiydi. Çünkü 16. yüzyılın ünlü yazarlarından Petrus Gylius’un ifade ettiği gibi ‘İstanbul boğazı, bütün diğer boğazlardan üstündür, çünkü iki denizi ve iki dünyayı tek anahtarla açmaktadır.’ O anahtar artık Türklerin elindeydi. Roma İmparatorluğu’nun evrensel barışı önce Augustus, sonra Constantin tarafından yeniden tesis edilmişti. Ancak imparatorluk, yüzyıllar boyunca yıkılıp yeniden kurularak sonunda 1453’te Osmanlı’nın eline geçti. Sonrasında, üçüncü Roma unvanı Moskova’ya geçti. Bugün ise Karadeniz, Akdeniz ve Hazar havzaları çevresinde meydana gelen çatışmaların diplomasi trafiği, ‘İstanbul kiminse, Roma o dur.’ sözünü doğrularcasına İstanbul’dan geçiyor.
TÜRKİYESİZ MÜZAKERE OLMAZ
Uyuşmazlıklar bu süreçte yerelleştirilmiş gibi görünse de gerçekte yayıldı. Dönemin diktatörleri, Sovyetler’e karşı direnişin çözümü olarak görülmeye başlandı. Mussolini ve Hitler’in Bolşevik düşmanlığı geniş kitlelerce destek gördü. İtalya ve Almanya’nın komünizme kayması korkusu, bu ülkelere karşı daha yumuşak politikaların izlenmesine yol açtı. Japonya’ya karşı da benzer bir hoşgörü gösterildi. Bu tolerans ortamında Japonya Mançurya ve Çin’e saldırdı, İtalya Habeşistan’ı işgal etti, Alman-İtalyan müdahalesi İspanya İç Savaşı’na damgasını vurdu. Çekoslovakya adeta lime lime edildi. Sonuçta, Birinci Dünya Savaşı galiplerinin kurduğu uluslararası düzen çöktü. Ve artık bir gerçek vardı: Türkler Orta Doğu’da kalıcıydı. ABD için en akıllıca yol, orta ve yüksek düzeyde yaptırımlar yerine Türkiye’nin şartlarıyla bölgede iş birliği yapmaktı. Kimi dönemler Türkiye görmezden gelinse de, son ıslak imzaların atılacağı masa söz konusu olduğunda Türkiyesiz bir müzakerenin olmayacağı da görülüyor.
MEDENİYETLER YÜKSELİRKEN DE DÜŞERKEN DE İLERLER
Bir uygarlığın çöküşü, başka bir uygarlığın yükselişine yol açabilir. Bu ilerleme acı dolu olsa da bazen büyük bir planın parçası gibi işler. Öğrenme, gerilemenin içinden çıkar. Tarih boyunca Batı dünyası iki büyük tehdit hissetti: Türkler ve komünizm. Bu korkular, Avrupa’yı bloklaşmaya itti. İddialı ama gerçekçi bir ifade: Eğer Avrupa bloklaşmasaydı ya Türkleşecek ya da komünistleşecekti. M.Ö. 7. yüzyılda Çin medeniyeti yıkılırken, Yunan medeniyeti yükseliyordu. Aynı şekilde M.S. 5-7. yüzyıllarda Greko-Romen dünyası çöküş yaşarken Uzakdoğu’da yeni medeniyetler doğuyordu. Bugün Batı medeniyeti, derin politik ve teknolojik depremlerle sarsılıyor. Bu bölünmeler, yeniden birleşmesi imkânsız çatlaklar oluşturuyor.
Günümüz birçok bakımdan Birinci Dünya Savaşı’nın öncesi durumu anımsatıyor. Bugün çok kutuplu bir dünya tabirini kullanmak biraz erken olabilir fakat bölgesel ittifaklar ve ikili anlaşmalardan oluşan, kısa vadeli koalisyonların şekillendirdiği bir ağ mevcut. Şüphesiz artık savaşlar, insanlığı yok edebilecek güce ulaştı. Ve bizler, belki de atalarımızın hiç karşılaşmadığı tehditlerle yüz yüzeyiz. Eğer doğru zamanda adil politikalar uygulanmazsa, insanlığın sonsuz bir çöküşe sürüklenmesini izlemek zorunda kalacağız. Bir bakıma medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin savaş hatlarını belirleyecek. Bu kanlı bir mücadele çizgisinin barışı imkansız kılacak düzen inşasını getirebilir. Kanla çizilen bu yol, barışın değil, sonsuz çatışmanın düzenini kurabilir.