
Batı’da ciddi kan kaybeden Katolikliğin Asya ve Afrika’da varlığını korumak ve tahkim etmek için Latin Amerika kökenli bir papadan sonra Asya veya Afrika kökenli bir papanın seçilmesinin önünü açılabilir. Dahası Hristiyanlık Afrika’da sadece niceliksel bir büyümeyle değil, aynı zamanda niteliksel bir gençlikle de dikkat çekmektedir.
Papalık kurumu, yalnızca Katolik dünyasının ruhani liderliğiyle sınırlı olmayan, aynı zamanda küresel siyasetin de merkezinde konumlanmış tarihsel bir makamdır. Çünkü Papa sadece yaklaşık 1,5 milyara yaklaşan Katolik Hristiyanlığın dini lideri ve Vatikan devletinin de devlet başkanı değil; aynı zamanda diğer Hristiyan gruplarının da saygı duyduğu önemli bir figürdür. Dolayısıyla Papa’nın kim olduğu kadar, hangi tarihsel momentte, hangi çevresel baskılar altında ve hangi ideolojik atmosferde seçildiği de belirleyicidir. Bu yazıda son üç papanın- Papa II. John Paul, XVI. Benediktus ve Papa Francis’in- özellikleri dikkate alınarak yeni papa seçimini değerlendireceğiz. Zira geçmiş üç papanın papalıkları arasındaki farklılıklar, Katolik Kilisesi’nin zamana verdiği tepkilerin açık bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır.
AHLAKİ RESTORASYONUN LİDERİYDİ
Soğuk Savaş döneminin papası olarak II. John Paul (Karol Josef Wojtyla), Polonya kökenli bir figürdü. Seçilmesi, Komünist blokla ideolojik hesaplaşmanın dini boyutunu temsil etti. Papalığı yalnızca bu ideolojik bağlamla sınırlı kalmamış; aynı zamanda II. Vatikan Konsili ile sembolleşen aggiornamento (Kiliseyi çağa uydurma/güncelleme) ilkesini teşvik eden bir reform çağrısına da dönüşmüştür. “Kilise’nin pencerelerini açmalıyız” ifadesiyle özetlenen bu tutum, Katolikliğin dogmatik kapalılıktan pastoral açıklığa geçişini işaret etmiş ve modern dünyayla daha sağlıklı bir diyalog kurma çabasını temsil etmiştir. O hem manevi bir lider hem de Batı’nın Doğu Avrupa’daki ideolojik varlığını güçlendiren bir figür olarak konumlandı. Aynı zamanda papalığı boyunca farklı inanç gruplarıyla diyaloğu önemseyen bir misyon üstlenmiş; özellikle 1986 yılında Assisi’de düzenlediği Dünya Dinler Barış Buluşması gibi girişimleriyle “dinlerarası diyalog papası” olarak da anılmıştır.
Halefi olan Alman XVI. Benedictus ( Joseph Ratzinger) ise, Aydınlanma karşıtı, doktrinel sıkılığı savunan ve sekülerleşme tehdidine karşı kilisenin “Avrupa kalelerinden” biri olarak öne çıktı. Onun seçimi, post-modernizme ve ahlaki relativizme karşı Vatikan’ın entelektüel direnişinin simgesiydi. Papa Francis (Jorge Mario Bergoglio) ise, 2013 yılında seçilerek papalık tarihinin ilk Cizvit ve Latin Amerikalı papası olmuştur. Onun gelişi, cinsel istismar skandalları, ekonomik şeffaflık, otoriteye duyulan güvensizlik gibi Katolik Kilisesi’nin 21. yüzyıldaki krizlerine bir cevap niteliğindeydi. Cizvit geleneğinden gelen Francis, pastoral duyarlılığı, sosyal adalet vurgusu ve çevrecilik gibi alanlardaki hassasiyetleriyle “ahlaki bir restorasyon” programının lideri olarak kabul edildi.
KATOLİKLİK BATI’DA CİDDİ KAN KAYBETTİ
Papa Francis’in ölümü üzerine büyük çoğunluğu Francis tarafından atanan kardinallerden oluşan 241 üyeli Kardinaller Meclisi’nin oy kullanma hakkına sahip 135 kardinali tarafından seçilecek yeni papanın hangi tarihsel bağlamda yükseldiği sorusu merkezi bir sorudur. Dünya, pandemi sonrası küresel ekonomik kriz, artan sosyal eşitsizlikler, jeopolitik kutuplaşma (ABD-Çin gerilimi, Rusya-Ukrayna savaşı), göç krizleri, iklim felaketleri ve İsrail’in Gazze’de Filistinlilere uyguladığı sistematik soykırım gibi pek çok yapısal sorunla yüz yüzedir. Katolik Kilisesi ise bu sorunların merkezine oturan güçlü bir dini ve siyasi aktör olmakla birlikte, içsel kurumsal yorgunluklar ve kimlik krizleriyle de uğraşmaktadır.
Bu bağlamda yeni papanın nasıl bir dünya görüşüne sahip olacağı, hangi coğrafya ve hangi zihinsel gruptan geleceği üzerinde durulması gereken önemli bir konu olarak öne çıkmaktadır. Batı Avrupa’nın Katolikliği, sekülerleşme ve bireyselleşme süreçleriyle aşınmış bir dokuya sahipken, “küresel güney” olarak adlandırılan Latin Amerika, Afrika ve Asya’da Katolikliğin dinamik bir toplumsal varlığı söz konusudur. Bu dinamikliğin, yeni papanın seçileceği zemin olarak değer kazanması beklenebilir. Nitekim Latin Amerika’dan gelen bir papadan sonra, Afrika ya da Asya kökenli bir papanın seçilmesi hem temsiliyet hem de stratejik misyon açısından anlam taşıyabilir.
Nitekim 2023 yılı itibarıyla dünya genelinde yaklaşık 1,5 milyara ulaşan Katolik nüfusun yaklaşık yüzde 20’si Afrika, yüzde 11’i Asya kıtasında yaşamaktadır. Avrupa’nın payı ise yüzde 20,4 civarında kalmaktadır. Katolikliğin demografik ağırlığının giderek Avrupa’dan Afrika ve Asya gibi bölgelere kaydığı gözlemlenmektedir. Bu durum Batı’da ciddi kan kaybeden Katolikliğin Asya ve Afrika’da varlığını korumak ve tahkim etmek için Latin Amerika kökenli bir papadan sonra Asya veya Afrika kökenli bir papanın seçilmesinin önünü açılabilir. Dahası Hristiyanlık Afrika’da sadece niceliksel bir büyümeyle değil, aynı zamanda niteliksel bir gençlikle de dikkat çekmektedir; kıtadaki Hristiyan bireylerin ortalama yaşı yalnızca 19 dolayındadır. Bu durum, dini nüfuzun geleceğine dair kıtasal düzlemde yeni bir denge arayışını gündeme getirmektedir. Şayet medeniyetler arası veya kıtalar arası bir temsil mücadelesinden söz edilecekse, bu gençlik ve nüfus ivmesiyle Afrika’nın bu yarışta üstün gelme olasılığı aşikardır.
AFRİKA KÖKENLİ BİR PAPA GELİR Mİ?
Zihinsel ya da ideolojik olarak ise, yeni papanın ya Papa Francis’in reformcu mirasını sürdürecek bir sosyal adalet odaklı lider ya da XVI. Benedictus’un izinden giden daha muhafazakâr ve doktriner bir figür olması da beklenebilir. Reformist damarın devamı, Kilise’nin dünya ile uyumlanma çabasını sürdüreceği anlamını taşıyacakken; muhafazakâr bir tercihin tıpkı XVI. Benediktus örneğinde olduğu gibi Katolik Kilisesi’nin kendi iç düzenini tahkim etmeyi önceliklendireceği söylenebilir.
Hem müteveffa Papa Francis’in etkisi hem ifade ettiğimiz coğrafi ve zihinsel kodlar dikkate alındığında Asya kökenli Filipinli Luis Antonio Tagle, İtalyan Pietro Parolin ve Afrika kökenli Ganalı Peter Turkson öne çıkan adaylar olarak karşımıza çıkmaktadır. Papalık bünyesindeki misyonerlik faaliyetlerinden sorumlu Halkların Evanjelizasyonu Biriminin başında bulunan Kardinal Tagle, Francis’in reformist mirasını devam ettirebilecek yumuşak liderlik tarzıyla, küresel güneyin söz sahibi olduğu yeni bir Katolik vizyonunu temsil edebilir. Onun seçimi, Vatikan’ın çokkültlü, şefkatli ve sosyal sorunlara duyarlı bir yol haritası izlemeye devam edeceğin mesajını verir. Vatikan Devlet Sekreteri olarak görev yapan Kardinal Parolin’in seçilmesi ise, tecrübeli bir diplomat olarak Vatikan’ın küresel diplomatik güç olarak etkinliğini artırabilecek pragmatik bir seçim olması yanında daha düzenli, geleneksel ve kurumsal yapıya dönüş sinyali olarak da görülebilir. Yine Avrupalı olan Kardinal Parolin’in seçilmesi Katolik Kilisesi’nin tarihi merkezine yeniden odaklanması anlamına gelebilir. Afrika’da ciddi kan kaybına uğrayan Katolik Kilisesi’nin hem bu kan kaybını durdurmak hem de yeni bir ivme yakalamak için Ganalı Peter Turkson’un da yeni papa olma ihtimali önemlidir. Turkson, çevre, ekonomi ve insan onuruna dayalı kapsamlı etik perspektifiyle tanınmakta; Papa Francis döneminde çevreye ve iklim değişikliğine dair Katolik Kilisesi’nin tutumunu şekillendiren önemli belgelerden biri olan Laudato Si adlı Papalık Pastoral Mektubu’nun başlıca mimarlarından biri olarak öne çıkmıştır. Bu mektup, çevresel sorunları insan onuru ve sosyal adaletle birlikte ele alarak Katolik sosyal öğretisi içerisinde bütüncül bir etik çağrıya dönüşmüştür. Turkson’un katkıları, onun yalnızca çevresel duyarlılığını değil; aynı zamanda eşitsizlikle mücadele ve küresel adalet konularındaki derin anlayışını da yansıtmaktadır. Bu özelliğiyle kardinal Turkson Afrika kıtasının başta çevre ve iklim sorunları olmak üzere sosyal sorunlarına duyarlı, bir papa adayı olarak öne çıkmaktadır.
Bu üç olası adaydan birinin veya bir başka kardinalin papa seçilmesi yalnızca söz konusu kişilerin bireysel karizmalarıyla değil, Kardinaller Meclisi’nin iç dinamikleri, Vatikan diplomasisi ve Katolikliğin hangi yönde ilerleyeceği konusundaki kolektif öngörüyle de şekillenecektir. Yapılacak yeni papa seçimi bu anlamda sadece bir liderin değişimi değil; aynı zamanda Katolikliğin 21. yüzyılda hangi paradigmaya yöneleceğinin de ilanı olacaktır.