Ramazan Mektupları- 2: Kalbe dönüş azığı

16:562/03/2025, Pazar
Yeni Şafak
Bir oruçlu dürtüsellik ve dünyanın boşluğunu, yaşam hırsını susturuyor.
Bir oruçlu dürtüsellik ve dünyanın boşluğunu, yaşam hırsını susturuyor.

Ramazan’ın bir sesi var, gazete sayfaları, fotoğraflar ve kâğıtların hışırtısı kalksa da mektuplaşmanın başka bir sesi var. Pide kuyrukları, Teravih namazı, akşam ezanı, inanmanın sesi ve metinlerin ruhu saran gürültüsüz, yalın ve duru bir sesi var. Tuba kaplan ve Dürdane İsra Çınar’ın Ramazan Mektupları mum ışığında derinleşiyor ve sahurda dingin bir ses çıkarmaya devam ediyor…

Dürdane İsra Çınar:
Bugün ilk iftar heyecanı, uzun açlıktan sonra bir yudum suyun hazzı, kurulup toplanan sofralar, bir telaş bir cümbüş... derken nihayet masama geçtim, pirinç bir şinanayda tek bir mum yaktım ve işte sana yazıyorum. Seninle dostluğumuzu mayalayan o güne gittim, hani beni arayıp, canın burnundayken ne yaparsın, nereye sığınırsın, oraya gidelim, dediğin güne. “Öyleyse hazırla kahvaltılıklarını Tuba, Beşiktaş'ın sırlısına, Yahya Efendi’ye gidiyoruz demiştim sana. Bizi oraya götüren gerçekte neydi sahi, açlık mı, bir çeşit susuzluk mu?

Tuba Kaplan:
Bağcılar'da iftar vakti bulundum bugün. Aileler ve çocuklarla birlikte büyüyen ve her Ramazan buluşan seksen kişilik arkadaş gurubumuz iftar için buluştuk. Ne hazineler varmış semtte. Cami doldu taştı, pide kuyruğu uzundu, sevindim ve güzel bir telaşa şahit oldum. Çayım hazır, kitaplarım yanımda. Baş ağrıları ve uykusuzluk çektiğim o günlerde sana "ben kötüyüm" demeyi akledebilmişim ne iyi. Aziz Hüdâyi mi, Yahya Efendi mi demiştin. Yahya Efendi dedim bir anda. Maddi dünyadaki neden-sonuç katılığı, seçimler, kararlar, sadece aklın süzgecine bıraktığım her şey katıydı, katılaştım ve kırıldım. Kırıldığım yerde şiddet ve inkâr, karmaşa ve kaoslayken senden uzanan eli tuttum. Kalbin mana ile ünsiyet kuran, arayışın şiddetini kendinde eriten, münasebete yön veren yumuşak bir geçit vardı Boğaz’a doğru. Çayları dolduruyor, uzunca da susuyorduk.

Dürdane İsra Çınar:
Bu dünyanın kulağına artık ebediyen susmuşlar arasında, bir mezarlıkta, dahası bir hazirede kahvaltı, termosta çay, yan yana susabilmek… Bugünün “date” dedikleri haz kaçamaklarına kıyasla ne kadar absürt değil mi? Ama biz o gün “Ağızların tadını kaçıran ölümü çokça hatırlayın.” öğüdüne koşmuşuz sanki. Ağzımızın tadını ölümden evvel kaçıran dünyaya dair şeyleri, iştihayla, hazla bastırabilecekken üstelik... İnsanın bu siyam ikizini tanıması çok uzun zaman alıyor. Ramazan, sanki bu ikiziyle de buluşturuyor insanı bir yerde. Çok isteyen, çok susayan yanını ve onun karşısında itidal gözeten, irade koyan, yaşama hırsını ölülerin suskunluğuyla terbiye eden o zorunlu ötekisiyle yüzleştiriyor.

Tuba Kaplan:
Bu çağın zehri dürtüsellik ve anlık hazlar. Bir ölüye kim neden yaslansın ki? İnsanın şuur sistemini aşındıran vasıtalar o kadar çokken... Beden ve ruhun tepkisini kontrol altına almaya, yeniden ayarlamaya hazırlanmak gerekiyor. Şüphesiz boğazın bir tepesine çekilmiş Yahya Efendi'nin sessizliğinde büyük bir mana var. Bu insanlar yaşamı nasıl bu kadar dinginlikle karşıladılar? Denizciler bile ona selam verir, sorularını sorar dönerlermiş. Bedenleri dingin…"Az ye, az iç, az uyu" Safiye Erol bu bahsi Makaleler'de İbrahim Hakkı'ya bağlayarak anlatıyor: "Zikri kalbi eyle kut" diyor İbrahim Hakkı. Bir nevi concentration, emrediyor. Sağa sola kaymadan faydasızı bırakmak... Bu izah Ramazan’da iyice belirginleşiyor. Bir oruçlu dürtüsellik ve dünyanın boşluğunu, yaşam hırsını susturuyor.

Dürdane İsra Çınar:
Bursevi Hazretleri vâritadında Tuz'dan yani Arapçasıyla milh'ten bahis açıyordu. Onu aslında aynı harflerden mürekkep bir başka sözcükle “hilm” sözcüğüyle şerh ediyordu. Taam-ı melih, yani hoş yemek öyledir ki, diyordu, onda yiyeceği ıslah edecek kadar tuz vardır. Hilm, yumuşak huyluluk, nefse hâkim olabilme de böyle mümkün demek ki. İbrahim Peygamber’in sıfatı aynı zamanda hilm. Bizler yemek dualarında hep onu anmıyor muyuz, Halil İbrahim sofası diyerek… Ramazanlarda bir büyüğüm de daima tuz ile açardı orucunu. Tadı tuzu iyi tanıyınca insan, miktar bilince yani senin de bahsettiğin o dinginlik kaçınılmaz oluyor sanırım. O zaman diyor Bursevi, zehir asel olur, ateş gül bahçesi, nar nur olur, cefa vefa olur, kader safa, kahr ise lütuf.

Tuba Kaplan:
Geldim hemen, mumu yaktım ben de. Fas'tan aldığım fincanları masama getirdim. Her yolculuğun başlangıç ve bitiş hikâyesinin insanı başkalaştırmasını hatırlatıyor bana bu nesneler. Elimizin altında ne hikmetler var hem büyük hem kalpleri ve zihinleri zuhurattan zatlar onlar. İnsan yakınındakinin kıymetine, tuzun hikmetine bile uzak düşebiliyor. Kendini hizaya çekmek lazım. Bursevi'den açtın madem "Perişanlık sebebi olan nefs ve tabiat köyünden kalb şehrine hicret etmek veyahut ona yakın bir konakta ikamet lâzımdır. Ki," irci'î - dön" nidası işitildiğinde gönül menzilgahına salına salına yürünebilsin." diyordu İsmail Hakkı Bursevi. Nefs ve tabiatın şiddeti artık sağanak sağanak yağıyor üzerimize. Ne demek kalbe çekilmek? Müthiş...

Dürdane İsra Çınar:
Eşya bile yalnız hazla hırpalanan, insanı da hırpalayan tuhaf bir şeye dönüştü zamanımızda. Eriyip giden mumlar, fani olma hissini, aynı zamanda bir şey uğruna iştihayla değil iştiyakla yanmayı, erdemli bir tutkuyu ne güzel anlatıyor aslında. İştah ve iştahsızlık. Haz ve haz sönüklüğü arasında salınıyor insanlar. Anhedoni devamlı bir keyifsizlik, zevk alamama durumunu ifade eden, Antik Yunan kökenli bir sözcük. Hedonizm’in tezatı bir yerde. Bazı uyuşturucu tecrübelerinin insanda kalıcı anhedoni meydana getirdiği söylenir. Şiddetli, keskin tatlardan sonra tatsızlık, hissizlik kaçınılmaz oluyor. Mesela zamanında bazı şairlerin güçlü bir deneyime erişmek için kasıtlı olarak afyon yutması gibi. Bugün en sıradan insan bile böyle deneyimlemiyor mu hazzı?

Tuba Kaplan:
Seninle sürekli konuştuğumuz ve butik bir grupla da okumalar yaptığımız Sâmiha Ayverdi geldi aklıma. Arzuyu iradeyle ele alıyordu değil mi? Âdem ve Havva’nın cennetten çıkmasındaki dürtüsellik insanın eğilimlerine dair bir fikir veriyor. Realizm aç insanı zehirler, idealizm ise onu açlıktan öldürür dediği Ali Şeriati'nin. Yasak meyvemiz var, zehirlendik ama ölmedik daha. Kendinle hakikatli şekilde karşılaş. Anlık bir yükselişin düşüşü sert olur. Ayverdi’de insanın kendini bulması, varlığının fark etmesi ve mükemmel insana doğru yolculuk var. Jung mükemmellikte değil, katı olan kırılır demiştik ya, benim gibi. Ruhsal yolculuğu olgunlaşma görüyor Jung. Karanlıkta kalan, gölge yönlerinle yüzleş, in cennetten. Ama sıradanlaşma irade göster ve hatana sahip çık. Dönüşe izin ver.

Dürdane İsra Çınar:
Yaşayan Ölü romanını hatırlattın bana Ayverdi'nin. İsmi bile başlı başına çok şey söylüyor bize. İki kadının, iki dostun, baştan sona irade kesilmiş bir adam karşısında gün geçtikçe yaşayan ölülere dönmesi. Birinin ölmeden önce ölünüz nasihatiyle bunu başarması. Ötekinin bir türlü ölemediği için, aslında nefsini öldüremediği için acı çekmesi... Aynı romanda, o iradî varlığı tarif ederken şöyle diyordu Ayverdi: "Onun kalıpsız bir ruhu ve kalıplı bir yaşayışı vardır." Yani romanda Ekmel, böyle biridir. Kâmildir. Olgundur. Kalıbının adamıdır özetle. İrade, insanı senin de bahsettiğin o süfli şeylere meyletmekten alıkoyduğunda nasıl da cevherleştiriyor balçıktan, etten, endişeden ibaret olan vücudu. Ramazan'ın kalıpsız ruhumuza kalıp oluşu bundan.

Tuba Kaplan:
Evet epey konuşmuştuk romanı. Ölmek ve yeşermek gibiydi kadınlar. Burada iradeyi idealize etmek de istemiyorum ama. Bugün en az elli çocuk 5-15 yaş arası, hepsi oruçluydu. Çocuklar hazzı erteleyemez, dürtü kontrol mekanizmaları henüz gelişmemiş. Buna rağmen oruçlardı. İrade biraz da ele avuca sığıyor demek ki. Samiha Ayverdi bir yerde zaten iradeyi zavallı bir iddia olarak görüyor aynı zamanda. Yine bir tezatın tesirinden hakikat doğacak gibi. Kulun her halini aşındırmamak gerekiyor. Şifa nedir, Ramazan'ın bedene, dürtüye, hazza koyduğu engel neden var? "Şifayı daha derinlere ve şuur altına işlemek gerek. O zaman beden ve sinir terbiyesinden çok can terbiyesi kazanmış oluruz" deyişinde Safiye Erol'un derin bir dikkat var. "Haz" uyuşturucu bir etkiye sahip zaten bahsetmiştin ama kendisinden daima kaçılan "acı" uyandırıcı bir etkiyi barındırıyor. Heidegger’in acının iyileştirici gücünü hiç ummadığımız anda gösterir deyişi aslında; çile. Çileyi, bedenden ve sinir terbiyesinden ziyade can, ruh terbiyesine çevir. İşte zannediyorum modern psikolojinin başaramayacağı şey bu, iman. Ancak iman eden bir mümin bu perdeleri aralayabilir.

Dürdane İsra Çınar:
Zamanımızın marazı... Eczayı yalnız beden ya da sinir terbiyesi için sarf etmek ama can denen o kibrit-i ahmeri, taşı altına çevirecek asıl simyayı atlamak. Başa döneceğim, demek ki bizim bir mezarlıkta yiyip içtiğimiz, acı konuşmak yerine tatlı sustuğumuz o gün farkında olmadan cana şifa bir ecza ile dönmüşüz evlerimize. "Birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler" o eczanın hikmetini sezenlermiş gibi gelir bana hep... Vakit epey ilerledi, gecenin laciverdinde hilal inceldi, inceldi ve sanki oruçlu bir insan ruhunun halîm silüetini aldı. Biz de derinleştikçe inceldik, rikkat bulduk. Mumları söndürelim mi artık ne dersin, sahura dek evlerimizin sessizliğinde biraz dinlenelim....

#Ramazan
#Ramazan Mektupları
#Dürdane İsra Çınar
#Tuba Kaplan